Graeber ve yoksullukla mücadele eden gruplara hukuk desteği veren aktivist bir kadın arasında diyalog: IMF’nin ve Üçüncü Dünya borçlarının lağvedilmesini savunan Graeber’a karşı çıkar kadın, borç alınan paranın geri ödenmesi gerektiğini söyler. “İnsan tabii borcunu ödemek zorundadır.” Kredileri diktatörler alıyorlar, büyük bir kısmı kişisel hesaplarına aktarılıyor, faizleriyle birlikte halkın sırtına yükleniyor ama daha fazlası var, akılsızca borç vermemek borç verenin de yükümlülüğü, üstelik standart ekonomi teorisine göre paranın geri gelmeme riski kabul edilmiştir. Edilmemiştir, bu ahlaki bir ifadedir çünkü, şerefli insan borcunu verir de borcun şerefle denklenmesinin yanında IMF’nin kemer sıkma politikaları yüzünden sivrisinek imha programını uygulayamayan Madagaskar’da on bin insanın sıtmadan ölmesini bu denklemin neresine koymalı? “Tarihin gösterdiği bir gerçek varsa, o da şiddete dayalı ilişkileri haklı göstermek, bu ilişkilerin ahlaki gibi görünmesini sağlamak için, bunları borç dilinin çerçevesine oturtmaktan daha iyi bir yöntem olmadığıdır; her şeyden önemlisi, bunların maktulün cezası gibi görünmesini sağlar. Mafya bunu bilir. Muzaffer orduların kumandanları da bilir. Binlerce yıldır, şiddet uygulayanlar kurbanlarına, bize bir şeyler borçlusunuz, demeyi başarmışlardır. En azından ‘hayatlarını borçludurlar’, çünkü öldürülmemişlerdir (anlamlı bir deyimdir).” (s. 11) Graeber canavar gibi örnekler sunmuş argümanları için, o kadar özetleyeceğim ki kuşa dönecek metin, koca dağın tek bir taşını göstereceğim, haliyle tamamını okumanızı şiddetle tavsiye ederim zira borcun kaynakları ve evrimi o kadar gerilere gidiyor ve Graeber öyle bir iz sürüyor ki paranın, kapitalizmin, piyasanın kapitalizmden ayrı işlediği zamanların hikâyesini bütün parçalarıyla görmek lazım günümüzün dünyasının nasıl kurulduğunu anlayabilmek için. Özeti şu olabilir, bin papel haraç istenmesiyle bin papel kredi istenmesi arasında güç farkı var sadece, silah farkı da diyebiliriz. Borçlu, haydut devletlerin aldıkları borçlar bambaşka bir niteliğe bürünebilir, güç kaybına bakar. “Kaybedenler” diye bir kast var Himalayalar’da, yüzyıllar önce şimdiki mülk sahiplerine karşı savaşı kaybettikleri için akla gelebilecek en kötü şartların da ötesinde yaşamaya “mahkumlar”. Adaletsizlik söz konusu değil, herkes bunu olağan karşılıyor hatta ahlaki konularda en üst yargı yetkisine sahip olan Brahma rahipleri bile. Kaybedenler’e borç verdikleri için. Tefecilerin en yüksek ahlaki otorite olduğu yerde bu da olağan. Mevzunun Hindistan’da, Avrupa’da nasıl geliştiğini gösteriyor ilerleyen bölümlerde Graeber, yaşamımızı tanrıya borçluysak o zaman tanrıyı temsil eden kurumlara da borçluyuz demektir, doğar doğmaz borçlandırılırız ve sorgulamayız bunu, ailemize borçluyuzdur, uçan kuşa borcumuz vardır kısacası. Kilise zaten bankaların kurulmasından önce tefeciliğe soyunmuştur, işin ilginç kısmı Protestanlar bir iki hık mık etmelerine rağmen sopayı görünce baş eğmişlerdir hemen, bu açıdan pek de protest değiller. İslamiyet’in faizle ilgili hassasiyetinin yanında kurumlarının işleyiş biçimi, Çin’de imparatorluğun keti yüzünden palazlanamayan para enstrümanları buralarda kapitalizmin yükselişine engel olmuş, Avrupa’daysa işler tamamen yolunda gitmiş görünüyor: farklı bir ekonomik sistemi savunanların katli, İtalya’da şehir devletlerini yönetmeye başlayan sermayenin ticareti fişeklemesi, keşifler, aşırı ucuz işgücü, bu işgücünün sağlanması için Afrikalı işbirlikçiler dahil herkese para saçan sermaye. Hikâye çok uzun, detaylı. “Paranın ahlakı kişisellikten uzak bir aritmetiğe dönüştürme gücü ve bu suretle öfkelendirici ve tiksindirici olabilecek şeyleri haklı gösterme kapasitesi” Graeber’ın uzun uzadıya incelediği mevzu. İnsan ilişkilerini matematiğe çeviren şiddet yöntemi veya şiddet tehdidi. Borçluları değil, alacaklıları korumaya başlayan sistemlerin inşası.
“Takas Efsanesi” ikinci bölüm. Ekonomistler her şeyden önce takasın var olduğunu, paranın ve kredinin sonradan geldiğini iddia ederler ama Graeber daha gerçekçi bir manzara çizerken malum iddiaları çürütüyor. Hikâye güzel ama takasın geçerli olduğuna dair veri yok, buna rağmen ders kitaplarına dek girmiş, hatta Madagaskar’da Graeber’ın gittiği bir medyumun aracılığıyla konuştuğu yaşlı ruha göre de her işin başı takas. Adam Smith’in argümanlarını doğrulamak isteyenler çok uğraşmışlar, dünyanın dört bir yanına gitmişler ama buldukları sonsuz çeşitlilikteki ekonomik sistemlermiş, takas ülkesine dair hiçbir şey yok, gittikleri yerlerin tarihinde de yok. İneğe karşı yirmi tavuk, hayal. Araştırmanın sınırlarını düşününce ürküyor insan, Graeber öyle bir emek harcamış ki takasa en yakın görünen sistemlerin bile kendine has dinamiklerini ortaya koymuş, “açık uçlu iyilik borcu” diye özetlenebilecek sistemlerden armağan ekonomisine, türlü türlü. Güncel örnekleri de var bunun, patronlar yeterli nakitleri yoksa işçilere kendi ürettiklerinin bir kısmını veriyorlar. Eskiye dönersek ölçü birimleri var ama dolaşımda değil, sadece değerlerin ölçülmesinde kullanılıyor. “Aslında, standart para tarihi anlatımız, kesinlikle tam tersi bir yol izlemiş. Takasla başladığımız, parayı keşfettiğimiz ve sonunda kredi sistemlerini geliştirdiğimiz doğru değil. Tam tersi olmuş. Önce sanal paranın var olduğunu biliyoruz. Madeni para çok sonra ortaya çıktı, eşit bir biçimde yaygınlaşmadı, asla tamamen kredi sisteminin yerini tutmadı.” (s. 47) Takassa elde para olmadığında yapılan bir şey, para kullanımının yan ürünü. Bernard Laum dikkat çekmiş, Homeros’ta geminin veya zırhın değeri öküz cinsinden ölçülüyor ama hiçbir şeyin karşılığı öküz olarak ödenmiyor. Para -öküz, domates, köle, her neyse- burada borcu ölçen bir aygıt olarak karşımıza çıkıyor, daha sonraysa insanlar arasındaki ilişkinin adeta yerini alan bir inanç aracına dönüşüyor, yani birine borcumuz var diyelim, paramızı alır ve istediği zaman karşılığını tahsil edebilir, sosyalliğin dışında gelişen bir sistem insanı insandan koparmaya başlar böylece. Ölçeği değiştirelim, bir kralın borçlu olduğunu düşünelim, para o zaman değerlidir ve kral borcunu hiçbir zaman ödemeyecektir yeterince güçlüyse ki bunu tarih boyunca şiddet kullanılarak sağlamıştır, sağlamaktadır, haliyle çürümenin antik ordularla başladığı ve devletle piyasanın liberal varsayıma ters olarak birbirini desteklediği söylenebilir. “Kral, hepimizin bizi yarattığı için topluma yükümlü olduğumuz ilksel borcun gardiyanlığını üstlenmişse, bu, hükümetlerin bizden vergi alma hakkını kendilerinde görmelerini gayet net açıklar. Vergiler, sadece bizi yaratan topluma olan borcumuzun ölçüsüdür.” (s. 66) Sosyal paradan -emeğin mübadelesinde kullanılırdı, sonra kadınlar ve nihayet ürünler için kullanıma uyarlandı- bildiğimiz paraya geçiş neredeyse geometrik artan bir hızla gerçekleşti, Mezopotamya’da ortaya çıkan faizle borç para vermenin kurumsallaşmasını ve daha da önemlisi milyarlarca insan tarafından normalleştirilmesini izlemek korkunç, devletin vatandaşa ödettiği bedel kadar.
Dört yüz sayfanın yetmişine yeni geldik döke saça, çaresiz hissediyorum, hızlanıp bitireyim: takas ve ilksel borç efsanesi birbirini destekler, Nietzsche’ye göre yasalara riayet etmek bu borcu ödemenin yoludur, paranın yasalarına. Eşitler arasındaki eşitlik, borcun hakkaniyet sınırları içinde kalmasını sağlar. Dı, kimse borcunu geri alamadığı için devleti işe koşmuyordu zira bir şekilde geri alacaktı, o an için farklı olan seviyeleri tekrar eşitleyen her neyse tesis edilecekti zira zor değildi bu, dil tamamen borç terimlerinin etkisinde değildi, insan doğrudan günahkâr -borçlu- olarak doğmuyordu, kısacası önemliydi ama yaşamı mahvedecek kadar önemli değildi, ödenmemesinin vahim sonuçları olmuyordu ki burada borç verenin de sosyal sorumluluğu giriyor devreye, insanlar arasındaki ilişkiler illa bir şey vermenin üzerinden tanımlanmıyordu, misal On Emir’deki “komşunun karısına göz dikmek” maddesi daha yoktu ki kadının borç-kölesi olarak değerlendirilmesi mümkün olsun, bu maddeyi ortaya çıkaran borç-köleliğinin insanlığı yıkarak ortaya çıkmasıydı, beden bir mülk olarak değerlendirilmiyor ve alışverişte söz konusu edilmiyordu.
Metnin özetine bakmak için buradaysanız işinize hiç yaramayacak bu yazı, Graeber’ın değindiği yüz temelin birini bile aktaramadım. Öylesi muazzam bir metin bu, not almaktan canım çıktı okurken. En iyisi Graeber’ın konuşmasını dinlemek.
Cevap yaz