AB’nin sloganı “çeşitlilik içinde birleşmiş”, kabul edilen çeşitlilik ve kabul edilen birleşme. Kavramların içini doldurmak için türlü fikir, değer ve kültürel gelenek varsa da Aydınlanma ve sömürgeciliğin etkisindeki 1700’lerde ve Romantik dönemin baştan sona kat ettiği 1800’lerde belli bir Avrupa fikri etrafında ayıklanıyor, tarihsel ve coğrafi çarpıtmalarla biçimleniyor. Yeni Çağ’da ortaya çıkan bir durum, Orta Çağ’da herhangi bir olumsuz niteliği deneyimlememiş: “‘Avrupa’daki bizler’, ‘Asya ve Afrika’daki kâfirlere’ karşı savaşıyor değildik. Orta Çağ’da ‘Avrupa’ terimi, örneğin Avrupa’nın birçok prensinin haçlı seferlerine katıldığını ya da Moğolların Avrupa sınırlarını geçtiğini ifade etmek için daha çok salt coğrafi bir terim olarak kullanılıyordu.” (s. 9) Vatan anlamı yok, “biz Hristiyanlar”, “biz Latinler” gibi ifadelerle ifade ediliyor topluluk, Marco Polo’ Avrupa’dan değil de Latinlerden bahsediyor mesela, coğrafi sınırların önemi olsa da mesele aslında siyaset ve kültür kaynaklı. Avrupa’nın sınırlarını Don’dan Ural Dağları’na “çeken” Philipp von Strahlenberg’den sonra Vasili Tatişçev 1744’te bu düşünceyi yaygınlaştırmış, tabii “kültürel Avrupa” istikrarsız ve problemli olduğu için bilimsel görüşlerin önemsenmemesine yol açıyor, istatistiklere göre Avrupalıların Avrupa’yı tanımlamak için söyledikleri genellikle İngiltere-Fransa-Almanya çizgisi üzerinde, Rusya’nın esamisi okunmuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın mağlubiyetindeki en büyük payın Ruslara ait olduğunu düşünenlerin zaman içinde azalıp ABD’yi göklere çıkaranların artmasıyla paralel.
“Dekolonizasyon”. Robert Menasse’nin Avrupa tezi akıl için bir umut var eden, Aydınlanma ruhunu öne çıkaran bir kıta tasviridir, Hasse’ye göre sol ve liberal yelpazeye uygundur ama belli bir dönemin değerlerini düşününce muhafazakâr bir anlam kazanır. Kültürel Avrupa’nın iki atasından biri Şarlman, diğeri Papa II. Pius, “Avupalı” (europaei) terimini icat eden Papa’nın maksadı Türkleri Avrupa’dan, Konstantinopolis’ten, yani Avrupa yurdundan atmaktır, çağrılarında bu icadı kullanmıştır. Şarlman kıtanın tamamına hükmetmemiştir, II. Pius’un söylemi neredeyse hiç karşılık bulmamıştır, yine de kıvılcımı çaktıkları söylenebilir. Kültürel bir Avrupa kavramı 1700’lerde yerleşmiş, Osmanlı’daki Fransız büyükelçilerine Paris’ten gelen talimatlarda, ilk kez 1679’da Hristiyanlığa yapılan atıf “affaires de l’Europe” olarak değiştirilmiş, “Hristiyanlık” yerine “Avrupa” kullanılır olmuş. Üç farklı alanda görülebiliyor ayrıca, Osmanlı ile Hristiyan hükümdarlar arasındaki savaşlar sırasında, 16. yüzyılda “Avrupa” zaman zaman kullanılmış, Fransa ile Avusturya-İspanya arasındaki güç mücadelesi sırasında ortaya çıkan tek bir gücün dünyaya hakim olacağı korkusu birleşik bir Avrupa düşüncesini öne çıkarmış, son olarak sömürge fetihleri Avrupa hakkında konuşma şeklini etkilemiş, Hasse’nin verdiği iki örnekten birinde Samuel Purchas diğer kıtaların “daha büyük olsalar da” Avrupa’ya hizmet ettiklerini, Avrupa’nın diğer kıtalardan daha üstün olduğunu yazmış, bunun sebebiyse İsa’nın evinde, Avrupa’da olmasıymış. Orta Çağ’da görülmeyen bir söylem, Latin-Hristiyan bakış açısına göre Avrupa her zaman dünyanın en iyi ikinci parçası zira dünyanın merkezi Kudüs, haliyle Asya, ayrıca kutsal kitaplarda Sam’in “dünyanın en güzel ve en zengin bölgesi olan Asya’yı aldığı” söyleniyor, Nuh’un diğer oğlu Yâfes ise “çok soğuk olan” Avrupa’yı almış, Orta Çağ’ın metinlerinde ot bitmeyeceği falan yazıyor Avrupa’yla ilgili. İkinci örnek 1700’lü yıllarda Johann Heinrich Zedler tarafından yayımlanan önemli bir ansiklopediden, kısaca Avrupa’nın süper bir kıta olduğu söyleniyor. “Şu sonuca Zedler varmasa da başkaları varıyor: Türkiye, Rusya, Tatarlar ve hatta Ortodoks ve Müslüman Doğu Avrupa bile Avrupa’ya ait değildir. Onlar, kültürel argümanlara dayalı olarak Asya’nın bir parçası olarak gösterilirler.” (s. 19) Aydınlanma ruhu nedir peki, Kant’ın rehberlik olmaksızın kendi akıllarını kullanan insanları, rasyonel kriterlere göre modernleştirme ve sekülerleştirme hareketleri ve insan hakları, demokrasi ve güçler ayrılığı, halkın anayasası, hepsi “Avrupa”dan önce var olduğu için bağlamca yetersiz gerekçeler. Sekülerliğin İslam dünyasındaki örneğini gösteriyor Hasse, Muhammed’in haleflerinin Hristiyan imparatorlarından daha az güce sahip olduklarını söylüyor, yasa çıkarma yetkileri yok, din bilginleri ülke yönetmiyorlar, oysa Aydınlanma’ya kadar Avrupa’da durum tam tersi. Konfüçyüsçülük otorite ve meşruiyet kriterlerini belirlemiş yine, Avrupa’ya mal edilen çoğu düşünce Roma’yı oluşturan çeşitlilik gibi “dışarıdan” gelmiş de kaynaşmış kıtayla. Voltaire gibi Aydınlanma düşünürleri doğrudan veya dolaylı olarak Avrupalı olmayan tüm kültürleri ikinci sınıf kültür haline getirdikten sonra Doğu, “Orient” yaratılmış oldu, bambaşka bir dünyaymış gibi değerlendirildi Doğu, birliği savunan düşünürler duymazdan gelindi.
“Deromantizasyon”. Formüller bulunuyor, isimlendirmeler, tarih farklı biçimlerde kuruluyor. “Avrupa’nın kültürü üç kılavuz mekân tarafından belirlenir, Kudüs, Atina ve Roma. Veya Yahudi-Hristiyan ve Greko-Romen kültürü Avrupa’nın ana arterleridir. Bu cümlelerle kastedilen şudur: Avrupa, diğer pek çok şeyin yanı sıra, bilim, felsefe, filoloji ve demokrasiyi antik Yunanlılara; hukuk, hukuk bilimi ve cumhuriyet kavramını Roma İmparatorluğu’na; insanın Tanrı’nın sureti olarak takdir edilmesini Yahudi-Hristiyan geleneğine; tüm insanların Tanrı önünde eşit olduğu fikrini, düşmanlarını sevme düşüncesini ve bir bilim olarak teolojiyi Hristiyanlığa borçludur; bazıları buna, bir ahlak yasası fikri için Yahudiliğe borçlu olmayı da eklerler.” (s. 33) Novalis ve Chateaubriand gibi romantikler Avrupa’nın tek bir Hristiyan ülkesi olduğuna inandıkları Orta Çağ dönemini özlemle anmışlar, başka sanatçılar, düşünürler başka şeyler yapmışlar, romantizm de yerleşmiş iyice. Geçişi, mitos–logos meselesini tamamen Yunanlılara bağlıyor Hasse de nihai noktanın Yunanlıların “Avrupalı” olarak görülmesi, buna itirazı var. Felsefi düşünce, teorik bilinç Yunanistan’da bağımsız olarak ortaya çıkmamış, bilimsel düşünce Yunanlarla başlamamış, hele demokrasinin uygulanışı, Antik Yunan’dan önce bunların tezahürleri veriliyor ve Greko-Romen kültürünün ne kadar Avrupalı olduğu tartışılıyor. Herodot’un “Avrupa” ile pek bir şey yapamaması Halikarnaslı olmasıyla da ilgili biraz, Balıkçı’nın ömrü boyunca savunduğudur: Akdeniz kültürü. Biraz daha genişletmiştir çemberi Balıkçı, Batı’nın sırf malum kültürden doğmadığını gösterir. İlginçtir, Kuzey Avrupa’da “güney modası” olarak bilinen sütunlar Orta Doğu’da yaygındır, “İyon” sütun düzeni, “Yunan” kaynaklı değildir, Anadolu’daki İyonya’da ortaya çıkmıştır. Batlamyus’un, Öklid’in “Mısırlı Yunan” olmaları Mısır’ı dışlamayı mı gerektirir mesela, onca örneği düşününce Yunanları ve Romalıları içeren bir coğrafyayı öne çıkarmak yerine kültürel Avrupa kavramını kullanmak daha doğru. Doğuyu ve kuzeyi de düşünmeli, Keltlerden ve Perslerden pek çok şey öğrenmiştir Yunanlar. “Hristiyan Orta Çağ”la ilgili şu alıntı yeterli sanıyorum: “Avrupa Orta Çağı’nın bu iki tek dünya kenti, Kurtuba ve Konstantinopolis, Avrupa tarihinin kenarına değil merkezine aittir.” (s. 51)
Ne yapmalı? Milan Kundera, Rémi Brague ve George Steiner’ın denemelerini inceler Hasse, üç denemenin de kurgusal Avrupalı imajını desteklediğini gösterir ve ideal bir çerçeve çizer: milliyetçilik kullanışlı bir aparat olarak ömrünü tamamlamıştır, “ulus” vatandaşlık kümesinden başka bir şey ifade etmemektedir artık, çok “etnikli” kentler tarih boyunca varlıklarını sürdürmüştür ve sürdürmeye devam etmektedir, o halde bu yaşama pratiğini sürdürmeyi kolaylaştıran fikirler geliştirilmelidir. Koloni statüsündeki şehirlerin tüm sakinlerine tam Roma vatandaşlık hakkı verilirmiş mesela. “Ya muhafazakâr bir şekilde öncü bir kültüre intibak ve entegrasyon talep ediyoruz ya da kültürlerin karışımı anlamında sol-liberal bir çok-kültürlülük. Ne biri ne de diğeri geçmişin çok halklı Avrupa şehirlerine özgüdür. Onlar, farklı etnik gruplara yasal güvence sunarken aynı zamanda farklı etnik ve dinî gelenek ve uygulamaların yan yana var olmasını kabul etmişlerdi.” (s. 93) Selçuk Erez’in anlattığı Garo Dayı geliyor aklıma, Sarıyer’e yeni taşınan Karadenizliler genç Garo’yu ara sıra dövmeye çalıştıklarında Sarıyer’e yıllar önce gelip yerleşmiş Karadenizliler tekme tokat girerlermiş kendi uşaklarına, birlikte yaşama kültürü. Judith Shklar’ın iki kavramından bahsediyor Hasse, günümüzün dünyasında yükümlülük (obligation) ve sadakat (loyalty) söz konusu, ilkinin yaygınlaşması lazım ki aynı kanunlar herkese eşit olarak uygulansın, birlik kanunlarla sağlansın yani. Barışçıl şekilde yaşamak için yaptırımlara ihtiyaç duyulan bir dünya yine pek iyi gelmiyor kulağa ama garanti bu Hasse’ye göre.
Avrupalı nedir, Avrupalının kafasında ne vardır, ne olabilir, olmalıdır, Hasse düşünüp taşınmış, incelemiş araştırmış.
Cevap yaz