Aktaş’ın öykü görgüsüyle Yıldız Ramazanoğlu’nun öykü görgüsü ilginç bir biçimde benzer, ikisini kardeş tutarım. Sevindirici de, Ramazanoğlu’nun veya Aktaş’ın öykülerini beğenenler için gidilecek bir adres daha var demektir. Nedir, hayvan gibi okumama rağmen kıymetli pek az metne rastladığım için hemen unuturum kurmacaları, bu durumda aklımda kalan öykü benim için iyidir, öykünün yazarı da iyidir, mesela Almanya’dan gelen küçük kızın bir yıl boyunca Türk bir ailenin yanında kaldığı öyküyü unutamadım. Ramazanoğlu kültürel çatışmaları, sevginin kültürleri aşan doğasını, anneliği, çocukluğu o kadar incelikli anlatıyordu ki kazındı aklıma, hayatımda bellediğim tek mühim öge çocukluk da öykünün açtığı alanlar daha saklı yerlere eriyordu, engindi, tuhaf bir şekilde Bernhard’ın sarmallarına benziyordu anlatı: döndükçe genişleyen, geçtiği yerlere başka pencereden bakmayı sağlayan, tekrara düşme pahasına hüznün vurgusundan vazgeçmeyen. Tekrarı düşününce, değişiyor tekrar da, geçmişin bir bölümünü aydınlatıp aynı duyguya aynı sözcüklerle dönmek aynı anlamı önceki çizgileriyle vermiyor artık, anlatıcı derinliği artırdığı, karakter acısının temelini gösterdiği için aynının başka hali. Aktaş’ın öykülerindeki duyarlılık eştir buna, biçim yine öyle, konular evrenseli yakalamaya meyilli. SSCB’nin kuruluşundan yıkılışının ardına kadar uzanan bir zaman diliminde geçiyor olaylar, Türk dünyasından manzaralar sunuyor denebilir. İran Devrimi’nin, Azerbaycan’ın bağımsızlığının yarattığı çalkantıların ayırdığı insanların hikâyeleri var çoğu öyküde, geride bıraktıkları memlekete dönmeyi bekleyen karakterlerin uzaklarda geçen otuz beş yılı, uzaklara giden insanların dönmesini bekleyenlerin özlemi, pratikte devrilip giden ideolojiye kalpten bağlanan insanların hayal kırıklıkları, acı sergisi yani. Olumsuz eleştiri ne olur, belki yerelliğin gündelik yaşamdan derlenecek yansımalarının eksikliği. Evet, her öyküde bir türkü, bir şarkı, bir şiir, oraların havası esiyor, insanlar acılarının benzerini sanatta arayarak teselli buluyorlar, “küçe”lerde dolanıp sevdiklerini bekliyorlar ama bu seviyede kalıyor misal Azerbaycan’ın atmosferi. Belli bir duygunun merkeze alınıp etrafına karakterlerin örüldüğü öykülerde en çok yalnızlık yankılanıyor, başka sese yer kalmıyor sanki. Gerçi olumsuzluk mu bu, öykülerin özgül yapılarını düşününce ilgisi yok, dört başı mamur anlatıda akar kokar bir yan olmadığı için küre pürüzsüz, gerisi okurun dileğinden ibaret. Mizahın esamisi okunmayınca metin art alanını kullanmamıştır ama tamlığıyla mizahın ilgisi de yoktur ya, yeterlidir o kadarı demek, eşinmemeli, duygunun boyutları sırf. Bernhard dedim, ilginçtir, öykülerden birinde yıldızı sönmüş bir yazarın on yıldır bitirmeye çalıştığı bir oyun vardır, öylesine bitmez ki karakterin yaşamına dönüşmüştür artık, yarımlık yüzünden ıstırap katlanılmaz dereceye ulaşmıştır. “Nesimî’nin Dönüşü”. Kalp sıkışması da çıkmıştır piyasaya, adam pazar dönüşü apartmana girerken muhacirin kızına fasulyeleri verir. Araya sıkıştırılan sayısız ayrıntıdan biri: savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalan aileler toplumsal dayanışmayla sürdürürler yaşamlarını, yazar aracı olarak aileyi siteye kapıcı olarak yerleştirmiştir. Kendisine de faydası vardır, en azından bir zamanlar yazdıklarıyla geniş bir okur çevresi edinmiş, bolluk görmüştür ama işler değişmiştir artık, yoklukla boğuşur, eşinin sabrı da tükendiği için zordadır. Son perdeyi gözden geçirirken eşi kinayeli kinayeli konuşur, Reşat’ın yaptığı gibi yapıp aileyi düze çıkarmasını ister. Anlayacağız sonlara doğru Reşat’ın ne yaptığını, gerçi kriz dönemlerinde insanlar çok para kazanmak için ne yapıyorlarsa onu yapıyordur işte, yazarın yaptığı gibi hocalığa devam etmiyordur. Toplumsal çürümeye varıyoruz buradan, eşin sabah denk geldiği bir olayı anlatışından öğreniyoruz ki insanlar altmış yaşında, torunundan başka kimsesi olmayan, eve erken gitmek için ekmek kuyruğuna kaynamaya çalışan kadını tekme tokat dövmeye başlamışlar en sonunda, kadın dispansere doğru kaçmış. Barut fıçısı gibiymiş millet, patlayacak yer arıyormuş, tanıdık durum. Başka da pek çok mesele çıkıyor ortaya, hikâyeye bağlanma noktası dâhice: Sondan ikinci bölüm üzerinde çalışan yazar ne yapacağını iyi biliyor, Nesimî’nin iç çatışmalarından 20. yüzyıla atlayacak, güncel bir sorunu oyuna dahil ederek çağlar arasında bir koşutluk koyacak ortaya da hangi sorun üzerinden yürümesi gerektiğini seçemiyor bir türlü, on yıllık yalnızlığın sebebi bu. “Sonra… Yüzyılımızda bir Sovyet şairi… Daha doğrusu kendisini Sovyet şairi saymış bir Azerî şairi, toplumsal, ekonomik ve ideolojik baskılar nedeniyle şair kimliğinden soyundurulurken, Nesimî’nin derisi soyulurken çektiği acının bir benzerini yaşayacaktı. Ama olmuyordu, o 14. yüzyıldan 20. yüzyıla sıçrama sahnelerine, o açık oturumda istediği trajik gerilime amaçladığı tabiîliği kazandıramıyordu. Kısa bir karartma süresinde dekor ve oyuncular değişecekti ama karartma olmadan da bir şeyler yapılamaz mıydı?” (s. 94) Teknik meselelerin içinden çıkamayan yazar aslında kendi çıkmazını da taşıyor metne, çağa uymadan sanatını sürdüremez mi, sansürün sona ermesiyle metninden çıkarmakta sakınca görmediği sembollerin yerine yokluktan başka koyacak bir şey bulamaz mı? Evet, depo, kreş, okul haline getirilen mescitlerde yine ezan okunuyor, ilahın adı artık özgürce anılıyor, geçiriliyor metinlerde ama eskinin yerine inşa edilen besbeter eziyor halkı. “Sözün özü, ilimsiz, kültürsüz, edebiyatsız devletin ömrü uzun sürmez. İktisadî cihetten inkişaf etmiş Şark ülkeleri ile mukayesede Azerbaycan’ın son yüzyılda her bir sahada, özellikle ilim ve sanat sahasında elde ettiği başarılar ortadaydı. Bugün ise bir kitap yayınlatmak mesel haline gelmişti. Söylentilere göre, parayla şiir yazdıranlar, tez yazdıranlar bile vardı. Meydandan ‘azadlık, azadlık’ diyenler nerelerdeydi şimdi? Anlaşılan onlara ancak koltuk, nümayiş lâzımmış. Cehaletten, siyasetsizlikten halkı bu günlere getirmişlerdi. Kendileri de yüklerini tutup aradan çekilmişlerdi.” (s. 104) Ahlaki bir ikilem var sonda, yazar bütün değerlerini bırakıp yüklerini tutanlara katılır veya katılmaz, tercih. Azize var ilk öyküde, o katılmamıştır mesela, kendini her gün penceresinden gördüğü yalnızlığın kalesine hapsetmiş, sakıncalı kişi olarak fişlendikten sonra ömrünü adadığı rejimin kurumlarınca mahkum edilmesiyle birlikte hayata küsmüştür. Birkaç yıl öncesine kadar sıcacık olan kalbi buzdur artık, kapandığı odada hayatına dair karar alıncaya dek rahat bırakılmak ister. Âşık olmuştur zamanında, Mansur başta olmak üzere erkekler hayal kırıklığıdır, “tutucu kanat” damgasından mustarip dayısının halk düşmanı ilan edilmesi acıdır. “Sadece Mansur değildi ki mesele, bir de komünizmi, partiyi kendi tekellerinde görenler vardı. Parti’nin 24. Kurultayı hazırlıkları. Her şeyi göze alarak Parti’ye üye olacak, buna kararlı. Yaşı tutuyor. Genç bir komsomolcu olarak kendisini kanıtlamış durumda. Nihayet korktuğu başına geliyor, büyük dayısının serveti, sınırdan geçerken yakalanarak Sibirya’ya sürülüşü gündeme getiriliyor… Aradan neredeyse yirmi beş-otuz yıl geçmiş. Ot kökü üste bitermiş, diye, bir eziyet. Peki, ağabeyi, bir bacağını yitiren babası neden konuşulmaz… İkinci Dünya Savaşı’na gönüllü katılmış, Stalingrad’daki Alman kuşatmasında ölümü göze alarak düşmanla savaşmışlardı.” (s. 18) Serbest dolaylı anlatıcı, karakterle tümüyle bütünleştiği için bilgi bombası değildir bu, karakterin hafızasından, düşüncelerinden çıkardığıdır, istediği an istediği bilgiye erişebilir ki karakterler de genellikle iyi eğitimli insanlardır, yaşadıklarını çözümleyebilme yeteneklerine haizdirler. Aktaş’ın çok çok iyi çalıştığını anlayabiliriz bu öykülerden, SSCB’nin tarihini kurultaylarına kadar görürüz, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananların bir kısmını karakterlerin bildiğince görürüz, öyküyü toparlar bunlar. Ne var ki belli bir mesafeden, belli bir doğrultudan bakmayı gerektirir, hikâyeye uzaklığımız hemen hiç değişmez, koltuğa oturtulmuşuz da hiç duymadığımız bir filmi izlemek, “zorunda bırakılmışız” demek de istemem ama gönlümüzce alımlama imkânı bırakılmamıştır işte, bu da ikinci eleştirim olsun, ki aşırı özneldir, dediğim gibi öyküler neresinden bakarsak bakalım sıkı öyküdür. Aktaş’ın diğer metinlerini de okuyacağım.
Cevap yaz