Altan’ın yazılarında her an patlayacakmışçasına bir enerji: mizaha kaydıysa uzun sürmez, konuyu ortadan anlatmaya devam, öfkenin tonu göründüyse toparlar, merkeze çekilip yazıyı açmaya devam. Ortada mevzu, çiçek dürbününden bakar gibi görüyoruz, renkler değişiyor, ses alçalıp yükseliyor ayarınca, kısacası elime Altan’ın bir kitabını ne zaman alsam iyi anlatılmış bir hikâye bulacağımı bilirim. Kırk elli tane. Milletvekili olduğu dönemde karşılaştığı garip vakalara ağırlık veriyor Altan, başta parti değiştirenler, öyleyken böyle olanlar var. İnönü çok partili sisteme geçtiği zaman CHP’nin kodamanları “paşanın halt ettiğini” söylemeye başlamışlar, biri vatan aşkından öylesi yanıyormuş ki zorbela kurtulan memleketin tekrar çöp olacağını söylemekten geri kalmamış DP’nin adı geçtikçe. 1946’dan sonra başkanvekilliği yaparken parlamentoya yeni giren DP milletvekillerine göz açtırmaz, laflarını ağzına tıkar, söz hakkı vermezmiş. “O tarihte CHP öylesine kocaman ve öylesine iktidardaydı ki, DP’lilerin aklından bile geçmiyordu bir gün iktidar olacakları. Sadece içlerini boşaltmak için başkanvekilini partilerine asla almayacaklarını söyleyip duruyorlardı.” (s. 9) 1950’de acı son, başkanvekili “gözlerinin açıldığını” söyleyerek tantanalı bir şekilde DP’ye geçince İsmet Paşa gibi akılsızlık yapmayacağını, iktidarı bırakmayacağını fısıldamış yakınlarına. Sonrası vekillik satmaca, kim daha fazla veriyorsa ona geçmişler. Sonra bir daha geçmişler, derebeylerinin krediye ihtiyaçları var da bankalar zırnık koklatmıyor mu, parti değiştirince kasalar sonuna kadar açılıyor, tabii önce üç değil de beş deve kesmek lazım. Ağanın biri anlaşmış DP’yle, grup toplantısında Allah’tan ötekileri de kurtarmasını istediğini söyleyip DP Genel Merkezi’nin önünde beş deve kesecek. Üçe düşürmeye çalışıyor ama beş, DP’li olmak beş deve. Seçim kampanyalarına yatırılan paralar, yirmi yıl sonra Almanya’yı geride bırakacağımıza dair yaveler, baştan kokan balığın halleri. Ecevit’in 1970’lerdeki popülerliğinden bahsediyor Altan, yirmi beş yıl önceki halktan kopuk, afurlu tafurlu kodamanlarla kıyaslamaya başlıyor taze siyasetçileri. Misal, sevmediklerine “komünist biti” atarlarmış ki ömür boyu kaşınsınlar dursunlar. “Fevzi Çakmak emekli edilmesine bozulup particiliğe özenince, CHP’nin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, Meclis kürsüsünden en tutucudan daha tutucu olan ihtiyar Çakmak’ı komünistlikle suçlamıştı.” (s. 41) İbretlik olaylar var, ara seçimlerden birinde Bilecik’te konuşma yapılacak, Altan o zamanın ağır topu profesörlerden biriyle gitmiş. Salonda oklu bayraklar, sağa sola emirler yağdıran görevliler, kasketli, sakin bakışlı köylüler. Kopan fırtınanın sebebini anlamadan öyle oturuyorlar, donuk. Profesör başlıyor anlatmaya, rakı pilavla içilmezmiş, kavun ve peynirle içilirmiş, yani o günkü iktidarın baskıları artırması hiç olur şey değilmiş, rakıyı pilav yiyerek içmek gibiymiş. Konuşmalar bitince köylüler kahvelerine dağılmışlar sessizce, Altan arkalarından gitmiş laf almak için. Köylünün söylediği: “‘Bir de hoca olacak, hiç utanması yok herifin. Ramazan günü kalkmış gelmiş buraya; rakıyı pilavla içmeyin, kavunla için, peynirle için deyip durdu. İsmet Paşa da sözde severmiş bu adamı. Nesini sever ki bu godoşun… Hep böyle eski meyhanecilerle kerhanecileri bulup getiriyorlar milletin başına.’” (s. 42) Profesörü kendini överken buluyor Altan, halkla konuşmasını bilmek lazımmış, öyle söylüyor profesör. Bir gün de Niğde’ye gitmişler, emekli albayın biri kürsüye çıkıp dünyanın bambaşka yerlere gittiğinden, Eisenhower’ın atom bombası atacağından, ülkenin yönetimini de yanlış ellere verirlerse Kamçatka’da uçan yaban kazlarını cort radarlar yüzünden uçak sanıp bombayı patlatmak için emir verecek generalin elinden falan filan, bir dünya gevezelikten sonra inmiş albay, kasılmış, o sıra köylüler yaban kazların yanında ak topuklu kızların olup olmadığını sorguluyorlarmış. Değişim yani, Altan binlerce insana hitap eden Ecevit’i görünce eskinin iletişimsizliğini acıyla anıyor. Şehirlerde de durum farklı değil, derdi anlaşılmayan insanların yığını. Göç dalgalarından sonra çehresi değişen İstanbul’da taşra patlaması. “Hırslı kalabalıkların görgüsüz sığlığı” eriyememiş, Haliç çöple dolmaya bırakılmış, insancıllığın damlası kalmamış. Ankara o kadar dönüşmemiş, Altan’ın bildiği 1935’lerde iyice yeşillik, Bakanlıklar yeni yapılırken. Sokakta dolanırken mutlaka nüfuzlu birilerine rastlanıyor, bakanlar birer “Olemp tanrısı”, genel müdürler tanrı yavrusu, selam verdikleri kişiler bir ömür bunun cakalı sevinciyle yaşarlarmış. Poturlu, şalvarlı insanlar ana bulvarlara giremez, arka sokaklara kovalanırlarmış, asfaltlar iyi giyimli hanımlar, kravatlı şapkalı beyler içinmiş. “Köylerin bakımsızlığından, köylü fakirliğinden ve Anadolu’nun çaresizliğinden söz etmek hoş karşılanmazdı. Göstermelik olanı övmek yerine, Türkiye gerçeğine eğilmek vatan ihaneti gibi gelirdi bürokratlara.” (s. 49) Makal’dan biliyoruz neler olduğunu, adamın İngiltere’de basılan kitaplarının binlercesini satın almak isteyen konsolosluk çalışanlarına oradaki yayıncı satmamış kitapları, bir şekilde imha edileceğini öğrenmiş onca kitabın. Koskoca devletin yaptığı işler. 1946’dan sonra iktidarı kasaba ağalarıyla paylaşan İnönü bunun demokrasi olduğunu söylerken ağalar anasına avradına iyice sövüyormuş, Kore’ye asker göndermeye karşı çıkan aydınlar hemen içeri tıkılmışlar. “1965’te milletvekili olarak tekrar döndüm Ankara’ya. Başkent artık yapay bir fotoğraf dekoru olmaktan çıkıyor, Türkiye’nin gerçek yüzünü yansıtmaya başlıyordu. Taşra ağaları burjuvalaşma sürecinin sıkıntısıyla acemiliğinde akıl almaz hamlıklarla görgüsüzlükleri soğul savaştan arta kalan sloganların arkasına saklamaya çalışıyorlardı. Eski tepeden bakışlı bürokrasi ağaların öncülüğünde de olsa taşraya boyun eğiyordu.” (s. 50) Bu durumun uzantısı olarak Altan’ın linç edilmesi geliyor sonradan, bir gözünü kaybetmesine yol açan linç sırasında, “Koşun yetişin, adam öldürüyorlar!” diye bağıran bağırana, Meclis’te cinayet işlenecekken yetişmişler de kurtulmuş Altan. İnsana değer vermemenin örneklerine zıplayalım, Altan’ın güncel siyaseti, toplumsal meseleleri takip ettiği yazıların yanında genel bir çerçeve çıkardığı konular var, sanatçılar diyelim. Osmanlı’da sanatçı belli, Cumhuriyet sonrasında yine belli, Şinasi’nin mezarı kayıp, Orhan Kemal bir ömür buzdolabı alma düşüyle yaşadı. Şinasi’nin mezarını buldular gerçi, Orhan Kemal’se tiyatro oyunlarında daha çok para var diye bir dönem oyun yazdı durmadan, buzdolabını alamadı. Dahası, Edirne Belediyesi naaşı için bir cenaze arabası bile vermedi. Bulgaristan’a, komünistlere atılan en büyük kazık gerçekten. Mahmut Yesari en zor ânında üç beş kuruş avans almak için gittiği patrondan alır alacağını, önüne getirilen yemeği yerken bir yandan da patronun istediği yazıyı yazmaya çalışır. “Daha önce de, Balaban’ın bir kitap için çizdiği desenlerdeki öküzün boynuzu, kitabı yan tutunca orağa benziyor diye dava açılmıştı.” (s. 121) Bir sürü vaka var, en etkileyici, acısı Sabahattin Eyüboğlu’nun anlatıldığı bölümdedir sanıyorum. Altan’ın anlattığına göre muhabbeti o kadar güzelmiş ki karda kışta kilometrelerce yol gidip buluşurlarmış evinde, ertesi sabah bir daha tövbe gitmeyeceklerini söylerlermiş ama bir telefon, yine yollara düşerlermiş. Sekiz ay kaldı hapiste Eyüboğlu, çıktığında aynı coşkun, neşeli insan olmadığını yakın arkadaşı Vedat Günyol da söyler, Altan’ın tanıklığı çok daha üzücü. Geniş açıdan bakan Altan’a göre Mustafa Kemal sanatçıları ait oldukları yere koymak için uğraştıysa da -ki bence bu da tartışılır- İsmet Paşa pek yakınlık duymadı sanatçılara, halklaşma sürecinin politikacıları yekten nefret ettiler yaratıcılıktan, düşünceden. Abdi İpekçi’yle de pek yakın Altan, o günlerden, dostunun ölümünden bahsederken üslubu değişiyor, üzüntüsünü anlayabiliyor okur.
Son olarak Muhsin Ertuğrul’un Dragos’ta bir evinin olduğunu yazayım, Altan oyunlarını o eve götürürmüş, konuşup tartışırlarmış. İstanbul’da güneşin batışının izleneceği en iyi yer Dragos’tur, gidip görmeli. Bu kitabı da okumalı.
Cevap yaz