Cemal Şakar – Adı Leyla Olsun

Eşit sayıda iyi ve kötü öyküden bahsedeceğim, iyiye ve kötüye yol açan uçurumdan, iyinin yanında kötüye yer verilmesinin nedenlerinden. İyiler önce. “ah kızım” bir nidayla açılır, evin hanımı çatlamış patlamış ellere bakarak hayretini dile getirir. Elinin körü olmuştur aslında, çalıştırdığı kadının temizlik malzemeleriyle imtihanını ilk kez görür gibidir. Yeterince eziyet çekmiyormuş gibi anlatıcılığı da üstlenen temizlikçi kadına izin verir bir hafta, elleri sarıp sarmaladıktan sonra anlatıcının içinin de kanadığını söyler. Gerçekten öyledir, camları silerken aşağıdan gelen çiçek kokularından mayhoş olan kadın kendini bırakmak ister, çiçeklerin üzerine tüy gibi inecek, kokulara gark olacaktır iyice, tabii bu baş dönmesinde temizlik malzemelerinin etkisi var mı bilinmez. İş eldivenlerini çıkarır, çatlak ellerini kâğıt havlularla siler. “Yapamam ki evde. Bodrumda. Güneşsiz. Rutubet. Bir de bir domuzla beraber. Sadece kendini değil, ikizlerimi de, beni de yiye yiye iyice semirmiş, leş kokulu, kan emici bir domuzla.” (s. 8) Eşi tam bir sığırdır kadının, döver, söver, eziyet eder. İkizler bir kez daha girer öyküye, babasıgile götürmüştür anlatıcı da pederden paparayı yemiştir, eşini bırakıp baba evine dönmesi mümkün değildir artık. İkizlere dair başka bir şey yok, daha fazlasını bekliyor insan iki bahisten sonra. Gittiği doktor içinin çürüdüğünü söylemiştir, babası benzer bir şey söylemiştir, kısacası parça parça olmaktadır anlatıcı, ikizlerini göstermez babası. Üçmüş. Hanımının evine gelir, itiraza kulak asmaz, yine cama çıkar. Boşlukta bir huzur vardır, sonuçta insan hemen aşağı inmez, bir müddet yere paralel gittikten sonra, o da kim bilir ne kadar zaman alır. “Bahçeye bakıyorum. Bir ömür burada. Böyle. Şimdi. Kocaman bir boşluk. Git git tükenmez bir boşluk. Nasılsa. Hızlıca. Telaşla.” (s. 10) Anlık eylem, kısa cümleler, biçem iyi. Dört satırlık final, daha önce Şakar’ın hiçbir şeyini okumadığım için bilemiyorum ama diğer öykülerde de yer aldığından bir nevi imza, karakterin zihnindeki şükranın izdüşümü. İyi öykü, Pınar Öğünç’ün öyküsüydü galiba, çok katlı bir apartmanın en alt katında yaşayan anlatıcının üst katların kabalıklarına, sınıfsal davarlıklarına tepkisi temele bomba koyma fikrine kadar ulaşıyordu, bodrumda üst katlardan atılan çöplerle dahi uğraşıyordu çünkü anlatıcı, bu öyküde üst katın aydınlığından, çiçek kokularıyla bezenmesinden etkilenen işçi kadın için ölüm çok uzak, bodrum kadar. Yukarıda hayat var. Ücretini ödeyebilenler için.

İlk öyküler iyi bu arada, kitabın yarısına doğru aksamalar başlıyor. “kader ânı” bir yarımlığın, karakterin yaşamındaki eksiklerin sonucu fiilsiz veya keyfi varsa fiilimsilerle biten, noktadan bağımsız cümlelerle dolu, kodaman gibi bir kodamanın iş günü neler yaptığını gösteriyor. Alarmın sesiyle uyanış, şoförün ısıttığı koltuk, zengin alışkanlıkları, ekonomi dergiler, mikro mikro ayrıntılar. Sonra koca koca düşünce parçaları, kafa yaracak kadar koca. “cam bir binada dışarıyı hiç fark etmeden, bir fanus, şehrin seslerini dışarıda tutan, içindekileri şehre karşı koruyan, kollayan yalıtılmış bir cam fanusun içinde hep zamanla, hep ekranlarda akanla yarışmak, öne geçmeye çalışmak, ön almak” (s. 52) Alarmla uyanmakla başlayan küçük parçalar diziliyordu, rutinin boğuculuğu belirgindi, şimdi tepeden manzara indirmek bozdu dengeyi, üstelik burada anlatılanlar iki cümleyle aynı ayarda aktarılabilirdi. Dünya alınır satılır halde, toplantılar insanların nasıl yolunabileceğine dair, karakter o kadar profesyonel ki dili hiç sürçmüyor konuşurken, düzen zaten hiç bozulmuyor, gün bitiyor, ertesi gün aynı biçimde başlıyor. Antrenman öyküsü, ilk öykülerin hatırına dışarıda bırakılabilirdi. Bırakılmadı, “kanyon’da” mutlaka bırakılmalıydı, Notos’un verdiği ödevlere benziyor: “Tüketim toplumuna süper uyum sağlamış bir kadının bir gününü anlatınız, öykünün dilini kadının şalalalı yaşantısına denkleyerek.” Ne oluyor, kadının biri “İphone” 7 Plusla selfie falan çekiyor, Kanyon’a doğru gittiğini söylüyor, gelen cevaplardan görüyoruz ki dilin kurallarını kimse sallamıyor, haliyle öykü de sallamıyor. Layk sayıları az, kadının morali bozuk, asıl olayı “İnstagram” ama orada da laykı nanay. Arkadaşları damlıyor mekâna, oturup osuruktan sohbetlere dalıyorlar, sonra susup telefonlarına bakıyorlar, emojiye dönüşüyorlar, kadın Akasya’ya geçmeye karar veriyor, otoparktan çıkarken kapıdaki dilenci çocuklara ellişer papel dağıtıyor, Afrika’ya mı gitse, iyilik yaptığı için yüzünde gülümseme, mutlu biri artık. Şakar’ın öykülerinde yenilik namına pek bir şey yok, bu öyküde hiçbir şey yok, ü ü ü ü üslup şov olarak kuruluyor ama tansiyon, çatışma, itişme, kakışma, dilde takla nerede, bunların olması elbet şart değil ama öykünün bir şeyinin de olması lazım, var olan yetersiz. Yeterli onca öyküden sonra bununla yetinmek istemiyorum açıkçası. Şakar’ın anlatıcıyı öykünün ortasına atmasını da eleştiririm, kafaya atılmış bir öykü ögesi: “Hani her hikayenin bir anlatıcısı; her öykünün bir anlatıcı öznesi olur ya, o işte. Bilirsiniz, hep kulağınıza bir şey fısıldanır durur ya, ben o fısıltıyım.” (s. 21) Öyküde usulluktan yanayım ben, usulluk derecesinin şaşmamasından daha doğrusu, hikâyenin orta yerinde takla atmanın ikna ediciliği yoksa atılmasa da olur o takla, yani From Dusk Till Dawn‘daki icadın tutması için kırılma noktasının yeterince sarsıcı, absürt olması lazım, öngörülemez de olsa telli kaymaklı ekmek kadayıfı. Erdem’le konuşuyorduk geçende, Vahşi Hafiyeler‘deki şapkalı bölümden bahsederken iyice oturdu bende, koca metnin hiçbir yerinde yokken sırf sonlara doğru görsel, tipografik vesair tatavayı kabul edilebilir kılan etken karakterlerin metne doğrudan etki edebilecek kadar delifişek olmaları, oyunlara yüz vermeleriydi, sırf yazarın istencine bağlı kalınca olmuyor ama oyunun dayanağı metne gömülüyse o zaman tamam. Hikâyeye, karaktere, bir şeye yaslanacak, dubara olmaktan öyle çıkar anca. “Organik” demeyi hiç sevmiyorum, tempoyu bozmamalı diyeyim. Bozarsa da zort diye bozsun. Amma uzattım. Dank diye.

“tabii ki özenti değil elbette yaşantımız bu” kitaptaki en iyi öykülerden biri. Matrak. Kamyonet şoförü anlatıcımız eski traktör lastiklerini doldurmuş arkaya, makineyi sağa sola yatıra yatıra ilerliyor. Şoförlüğe, yollara dair hoş yorumlar, cepteki paranın hafifliğine dair üzünçlü. Borç ödenecek, anlatıcının parası yok, yolda denk geldiği alacaklısı da mafya olduğu için yüklenemiyor bizimki. Kendi hikâyesi bu, yolda denk geldiği yazar çocukların mevzuyu bilmeden çözmeleri -birinin eniştesiymiş o mafya, çocuk eniştesiyle ilgili gizli kalması gereken bir şey söyleyince ellerini ovuşturuyor anlatıcı- ve muhabbetlerinin güzelliği öyküyü yükseltiyor. Yazı çiziyle ilgili konuşuyorlar, anlatıcı coşup araya girmeye çalışınca okumuş yazmış takımından uzak durması gerektiğini telkin ediyor kendine de sohbet çok tatlı, istemsizce giriyor yine. Arada merhaba cameo: “Akif Hasan, istersen Cemal abiyi de ararız, diyor. Ali itiraz ediyor; genç gence takılalım diyor. Gelecek şimdi, meselen ne, meselen ne deyip duracak. Sanki bi kendi kuşaklarının meselesi var; biz sadece geyik yapıyoruz. Diğerleri yutkunuyor, ama ses etmiyorlar.” (s. 17) Cemal abi gerçekten de mesele deyip duruyorsa var olmanın asıl mesele olduğunu söyleyip çıksınlar işin içinden, tahkiyeyi elden bırakmamalarını söylüyorsa sentaksın tek başına yeterli olacağını söylesinler, ne bileyim.

Yazarın okuduğum ilk kitabıydı, daha okurum. Cemal Şakar iyi öykücü, sanıyorum bir cenahta usta olarak görülüyor. Görülür.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!