“Sihirli Karyola”: Sıra var, en önünde anlatıcının iki kuzeni, babası, gözleri kıpkırmızı. Kadınlar var başları kapalı, gözleri yaşlı. İki kez “gözler”, bunu çeşitlemeli. Lütfen türetin böyle şeyleri, yüz beş milyon tane yolu var. Tabut var, ev var, tabutta babaanne var. Lydia Davis’in mantığınca ölüme yaklaşırken babaanne artık babaanne değil, başka bir şey. Öldükten sonra bambaşka bir şey, dil bunu reddetse de varlığın sürgit hali mümkün değil, hele ölebilen bir şeyse. Varlık ve varlığın sürgit hali. Ölebilen şey olarak. Neyse, öykünün başlangıcı ölüm. “Şu sıranın en arkasında olmayı ve hatta burada hiç olmamayı nasıl da isterdim. Ama emir büyük yerden.” (s. 49) Meh. Sıra gizemliydi, kızarık gözle gizem azaldı, sonra dan diye ölüm geldi, yani bundan sonrası derin, dolambaçlı olmalı ki sırf bir ölümün peşine takılmayalım da pat diye iyi edilen gizemi aramayalım. Ben istemem, ölüme temas dahi etmeyen bir ögenin taklayla metnin ortasına düşmesini isterim, ölümle yok yoğa bir ögenin varken savrulup kaybolmasını isterim, bir ölüm olduğu gibi bir ölümse o ölümün olduğu gibiliğini istemem çünkü bundan daha fazlası olmalı, yoksa ölümün sıradanlığını ne yapacağım, hiç. Babaannenin sihirli karyolası, sülalenin küçüklerine abur cubur fışkırtan zamazingosu işe yarıyor az, o yavanlıktan sonra yetmiyor. Çocukluk sönük, biraz daha uzun tutulsa, sihri biraz daha aktarılsa kurtarır mıydı, belki. Kesik Kulaklı Ayı’ysa çocukları karyoladan uzak tutmak için uydurulan bir öcüden öteye gitmiyor, sobaya konan mandalina kabuklarıyla kaybolup gidiyor zaten. Taş gibi somut, nostaljinin bile kafayı şöyle bir uzatmaya yerinin olmadığı anılarla cenazeyi tokuşturmaktan pek bir şey çıkmıyor, kamera kaydı gibi bir öykü bu. “Mezarlığa giriyoruz. Sigaram sönmüş bile. Beklediğimden erken duruyor kamyonet, yoksa ben mi hazır değilim? İniyoruz. Mezara kadar herkes sırasıyla omuz atıyor tabuta. Tahminimden derin.” (s. 51) Rahat eder bari babaanne, iyi ama o kadar da rahat etmesin diye bam güm omuz atmasalar daha iyi. Abartıyorum, Anadolu’nun bazı yerlerinde elbet omuz atılır tabuta. Kamyonet de erken durmuştur, başkası için kazılmış mezara yanaşmıştır, bir sorun bence.
“Hemzemin Geçit”: Evet, diğer öykülerde de karşılaşacağımız Tacer’in merkezde yer aldığı bir öykü, Feyza Hoca güzellemesi. Yeterince güzel zaten, Tacer bir öyle tutuluyor, bir böyle övüyor, muhtelif. Öğretmen olduğunu hayal ediyor, Feyza Hoca’yla tanışma ânı, küçük heyecanlar. Araya okula dair bir iki anı, serseri bir arkadaşının ortalığa sallamaları, bir de Nazan’la spektaküler bir muhabbet. Kasetçinin önünde karşılaşıyorlar, Nazan kaset mi baktığını sorunca -şu tümce o kadar dandik bir tümce ki dandikliği çok hoşuma gidiyor- Tacer yapıştırıyor cevabı: “Yok, ebeme bayramlık basma bakıyorum.” (s. 58) Bruh. Matrak bir örneği de var oysa, çok kısa süren sapmalar tutuyor bazen, mesela “Başkalaşıyorum” diye bir albüm arıyor Tacer, kasetçiyle kısa bir diyalog, anlaşılıyor ki doğrusu “Başkaldırıyorum”. Tabii aslında Başkaldırıyorum. Şarkılar geçiyor öykülerde, eğer LP’den falan bahsetmiyorsak neden italik, marş çift tırnağa. Tacer yallah evine derken eyvah, minibüste kurduğu hayaller gerçeğin acı freniyle bölünüyor, minibüs teyzelerinden biri genç kadının başına gelenleri görünce çığlığı basıyor. Hemzemin geçitte bir vaka, Tacer dolmuştan fırlayıp koşuyor, vay Feyza Hoca. Ama bunu kestirebiliriz çünkü belki de ilk derste öğretilen bir tekniktir bu, öykünün başında mutlulukla anılan bir zımbırtı finalde ait olduğu, ait kılındığı duyguyu tepikler, facia olarak karşımıza çıkar ki şöyle bir silkelesin bizi, öykü vazifesini yerine getirsin. Öykünün bir vazifesi olarak kafaya nesne kakmak. Nedir, başta okuldan çıkar Tacer, tren düdüğüyle irkilir, saatine bakıp gülümser: Mavi Tren. Ey, tren iyidir, mutluluktur, Steven Wilson’ın deyişine göre “60 tonluk melek”tir de tepetaklak etmesi için trendir yani, duvardaki tüfektir, uzak duygulara düçar ederek sarsar. Yersek. Bu kadar klişe bir tekniğe yaslanan öyküyü neylemeli bilmem, belki bir atölyede ders olarak okutmalı. “Berberde” keza, diyalog ve tripolog (?) temelli bu öykü bir berber manzarası sunar. Muhabbette ilgi çeken bir şey yok, semt berberiniz muhtemelen daha bir sohbet ehlidir de önemli olan esas dayının geçirdiği kalp krizinden bahsedilmesi bir yerde, sonra aynı dayının masaj sırasında uyuyakalabileceğinden bahsetmesi. Yani Allah’ın işidir ki o kalp krizi nereye denk gelir, evet, finale. Üstelik nedir, dayımız uyuyakalmış gibi görünmektedir gerçekten. Merhaba Ömer Seyfettin.
Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü, Tarık Dursun K., : “‘Sen şimdi bu Kayabaşı’nın orta yerine çıksan, Belediye oparlöründen A’met Şendil diye bağırıp yırtınsan, tınmaz bile kimsecik seni. Çünküleyim, yoktur Kayabaşı’nda A’met Şendil diye bir adamcağız. Ha, bir de bir kere de bağır bakalım Çingen A’met diye, hele Davulcu Çingen A’met de, gör kimlermiş beni tanıyanlar, kimlermiş beni tanımayanlar!..’” (s. 44) Şu da mevzubahis kitaptan: “Beni burada Bektaş diye arasanız kimse bilmez. ‘Öyle biri mi yaşıyor?’ derler. Ama Şarapçı Bektaş dediniz mi herkes tanır.” (s. 38) Öykü ilkindedir. Torununu görmeye gitme bahanesiyle akrabasına yardım elini uzatmayan yaşlı bir köylünün “pas” demesinden de çıkmaz. Beş ası çakıverir valla Mülayim.
“Damla Damla Günler”: Bu da bir derslik pratik. Yazamayanın yazabilmek için tuttuğu günlük öyle bir ekmek ki modası geçmiyor bir türlü, bir yerden pırtlayıveriyor. İnceleyelim, hoca doğru bilinen yanlışları törpüler, çözüm yollarını gösterir, edebî plastisiteye tornasıyla destek sağlar. Atölye bir “kurs” değildir, anlatıcı eşine çıkışarak atölyeye hak ettiği onuru geri verir. Diğer kursiyerlerin yazdıkları süperdir, süper değilse isimleri süperdir, bir şeyleri süper olmak zorundadır ki anlatıcı yetenek fukaralığının nedenini ithal etsin de rahatlasın. “Örneğin adamların kahramanlarının gey arkadaşları var ya da travesti komşuları, benim öykülerde en marjinal tip Köse Halil. Ben daha nerelerdeyim, onlar nerede. Belli ki bu dergiler belirli bir kitleye hitap ediyor ve bunu benim göz önüne almam artık kaçınılmaz bir gereklilik.” (s. 69) Öff. Adalet Ağaoğlu’nun metnini edinen anlatıcı günlükception uğraşıyla bir çıkış yolu bulmaya çalışır, son üç güne dair hiçbir şey yazmadan noktalar günlüğü.
İki iyi öykü var, biri temayülden ilk öykü. “Kar Golleri Kesti” dağ başındaki bir köyün teknolojiyle imtihanı, köylülerden birinin anten kafasıyla enformasyon edinme çabası. Köyün hali, köylülerin ahvali şöyle bir anlatılır, sonra kahvehanedeki ortamdan bahsedilir, nihayet maçlara gelir mevzu. Vahit nam yarı delimiz -ermiş belki, kim bilir- radyo dalgalarını aletten birkaç saniye önce yakalamakta, anlık iletişim kurmaktadır, böylece seyircileri dünyadan (!) birkaç saniye önce sevindirmekte veya üzmektedir. Haralahoş bir muhabbet döner kahvede, küçük yerin orijinal insanları dalaşırlar, anlaşırlar, söyleşirler. Arada bir iki tırt hikâye çıkar, mesela Cacık Veysel’e “Cacık” lakabının konmasına daha matrak bir neden lazım, ortalamayı aktarmaya ne lüzum. Ve bunlar neden öykülere konuyor hâlâ: “Sessizliğin gürültüsü olur mu? Olur. Sıkı’nın kahvede sessizliğin gürültüsü vardı o an.” (s. 22)
“Garanti öykü” veya “asgari öykü” diye üfürdüğüm bir öykü çeşidi var, bildiğimiz öykü ama o kadar iyi bildiğimiz bir öykü ki yığının arasında kaybolur gider, ayrışmaz. Tam bu. Öykü için asgari gereksinim tamam, yeter.
Cevap yaz