Kötüden daha az kötüye doğru gidelim, “Olmayacak Dua”, beyaz yakalının klişe cehennemi. Adam kalkar, üç kez ertelediği alarmı susturur, beşer dakika arayla kurduğu üç alarm. Twitter’a girer, paylaşımlarının görüntülenme sayısına bakar, o arada işer. Klozete oturarak işiyor bu arada, zotort diye sıçmaya başlasa Instagram’lık vakti de olacak ama onun yeri başka. Facebook var sırada, birileri bir şeyler yapmışlar. Ölümüne sıkılıyorum şu an, yüz beş kez tekrar edilenin yüz altıncısı. Adam dişlerini fırçalar, bir boklar yer, sonra yallah işe. “Evinin önünde işyeri servisini beklerken karlar üzerinde sıçrayan serçe kuşu dikkatini çekti. Ne güzel de zıplıyordu böyle. Cep telefonunu çıkardı ve birkaç poz fotoğrafını çekti kuşun. Hemen Instagram’ı açtı. Bu sırada servisi geldi, servisine bindi. Her zamanki yerine oturdu. Kimseyle selamlaşmadı. Zaten bu servisteki insanları pek tanımıyordu.” (s. 157) Servise bindi, servisle gitti, servisten indi, Michael Jackson şarkıcısını dinlemiştir telefonundan, bir de servisin işyerine ait olmadığını anlamasın mı, vay şapşal meke. Yalnızlığın dibinden sesleniyor, fotoğraflarında filtre kullanmadığını belirten ibareyi unutmuyor, yalan söylediğini anlayacak kimse yok. Oydu buydu derken evine geliyor, yarışma programı açık tabii, eşiyle izliyorlar. Kahveler yapılıyor, reklam aralarında muhabbet. Sonra mesajlaşmaya başlıyorlar, erotizm camı pencereyi kırıyor, hani yeni çağın iletişimi, sevgisi, tutkusu anca böyle. Ertesi gün tekrar yaşayacaklar, dijital dünyaya uyanmak için uyku. Ölürsün, 2017’de basılan kitapta böylesi bir öykü. “Özet” var sonda, kendi bile şaşırmıştır neden orada olduğunu düşününce. Anlatıcı doğuyor, kreşe başlayınca ilkokula gideceği günü bekliyor, ilkokulda ortaokula gideceği günü bekliyor, ortaokulda, bildiniz, liseye gideceği günü falan, sonra ayrılık acısının geçmesini, kabızlığının geçmesini, çocuğunun büyümesini, en sonunda ölümü bekliyor. Bak, sene 2017. MÖ 2017 olsun, hani zamansallığın izlerini bulursun, biraz da sinizm kokar metin, yine olur. Bu olmaz, bunu kitaba koymak okura, “Seni buna layık görüyorum, sevmediysen bok ye,” demektir, sopa atmaktan beterdir. Görece iyi öyküler olmasa keriz yerine konduğumu hissederdim, oralara geleceğim ama bir iki kötüye daha bakalım. “Batan Güneş” diye bir askerlik öyküsü var, Tezcan gayet sıradan konuları sıradan bir şekilde anlatan sıradan anlatıcılara manzara çizdiriyor sanki, bir örneği bu. Baba mutlu, anne mutlu değil çünkü tek çocuğu askere gitmiş. Sabahın erken saatlerinde otogar, adamımız biraz gezmek istiyor şehri, tabanvay. Mahalleli çekiyor bunu, askere geldiğini öğrenince ikramlar, bir şeyler. Nizamiyede canavar gibi bir kuyruk, ağzı laf yaptığı için adam herkesle tanışıyor, heyecanlı. Tabldot yıkatıyorlar herhalde, annesine evde yardım ettiği için bir yuva havası mı alıyor, ne alıyor bilmem, mesut. Finale birkaç askerlik muhabbeti, şafağı 120’ye inenlere gıptayla bakış -bunu kendimi cezalandırmak için söylüyorum, bir şeye gıptayla bakan son insan 60 yıl önce öldü- ve 365 günden bir günün düşmesi. Ne okuduk, dandiri askerlik hikâyesi. Neden okuduk, Tezcan’ın baştaki öykülerinden bir şeyler yakalayınca devamının geleceğini düşündük ama en iyileri en baştaydı zaten, kalite giderek düştü. Ne zaman okuduk, okumaya zamanımızın en olmadığı zamanda. “Hesap İşi Hayat” birtakım samimiyet kurma çabalarıyla başlayan öykülere iyi örnek: “Şimdi şöyle anlatayım; sene 1991, dün gibi hatırlıyorum. Yıllar su gibi geçiyor ama insan hatırlıyor işte. O zamanlar hiç umurumda değildi tabii ama yaklaşınca insan daha bir sayar oluyor. Allah inandırsın, ayda en az üç beş defa bakıyorum, hesap yapıyorum.” (s. 133) Camı açıp “Yangın var!” diye bağıracaksın, başka türlü kurtulamazsın bu gevelemeden. Dili çok eski Tezcan’ın, tiyatral görüntüleri belirgin kılması bir biçim olumlu özellik olsun, hikâyenin anlatımında gırtlağına çöküyor okurun. Buradan hiçbir şey alamıyoruz yani, iyice öyküler mevzudan kurtarıyor daha çok. Neyse, anlatıcı teknik liseye gitmiş de sanayide, gübrede falan staj, bilmem ne, geçim zor, hayat zor, kumbarada biriken para yüzlerce papele ulaşmış da o sıra bisiklet fiyatları da uçmuş, kısacası adam sahip olamadıklarını ölümün eşiğine gelince şöyle bir hatırlıyor, sonra ölüyor diye düşünüyorum, öykü kurtuldu. “Annemin Sesi” doldurulamayan, baş ağrıtan gevezeliğe süper bir örnek içerdiği için anılmaya değer. “Beni ne kadar dövdüyse ağbimi de o kadar dövdü. Ama ben ağbimden biraz daha şanslıyım. Çünkü ben ağbimden küçüğüm. Bu da normal… İnsan genelde ağbisinden küçük olur… Hatta tersi düşünülemez… Ben ağbimden küçüğüm diye ağbimden daha az dayak yedim…” (s. 120) Yapmayın gözünüzü seveyim ya, buralara düşmeyin.
İyicelere gelelim artık, “Kimse Kimseyi Tanımayacak” bir zaman çizgisi ve bir zaman noktasında ilerleyen hoş öykü. “Şimdi” bölümlerinde sorgulama aşamasına şahit oluyoruz, iki kişiden biri diğerini tanıdığını söylüyor, diğeri kendini kurtarmak için tanışmadıklarını söylüyor, ilki, “Sen beni nerrrden tanımıyosun?” dese cuk otururdu. Sopa yiyorlar, hakaret yiyorlar, en sonunda tanımadığını söyleyeni bırakıyorlar. İlginç, polisin elinden kurtulan nadir karakterlerden biri bu. Diğeri ayvayı hamutuyla yiyor, ilkine veryansın ediyor da makul değil mi, biri yakalandığında diğerini tanımazdan gelmesi örgütün ve yoldaşın hayrınadır. Nokta bu, çizgide devrimci ve yetkin kişiyle çömezin arasındaki ast-üst ilişkisini görüyoruz, mülkiyetin doğuşu temelli eğitimden sonra duvarlara afiş yapıştırma antrenmanları başlayınca noktaya varıyoruz. Geriye gittikçe öyküler yükseliyor gerçekten, “Mütevekkil” alt sınıftan bir ailenin ansızın yükselip çökmesinin kısacık bir metinde çok sağlam kurulabileceğini gösterir. Erkek çocuk, ailenin paşası, ablalarının bir anda tepesine çıkar çünkü erkektir. Kızlar okur, yokluktan kurtulmak için kaçar biri, diğeri cendereye alınır. Okumak bir yere kadar. Erkek çocuk okuyarak bir yere varamayacağını anlar, girdiği dümdüz işten ayrılıp vakti belirsiz işlere girer, aile ihya olur o ara, lüks evlere çıkıp güzel şeyler yerler. Sonra çocuk hapse, aile yine teneke evine. Pek bir şey değişmez aslında, yaşam devam eder, fazlasında annenin çocuğunu ziyaret etmesi vardır. Eziyet öyküleri başlıyor nihayet, sık tekrarlar bir yerde okuru düşürür ama ilkler başarılıdır. Ne var, Beyaz Toros fenomeni, ortada hiçbir şey yokken koldan çekip karakola tıkan, işkence yapan polisler, ortadan kaybolan tutuklular, cumartesileri nöbetlerde bekleyen anneler, açlık grevleri, Hayata Dönüş Operasyonu, insanlıktan çıkmış politikacılar, ne yaşarlarsa yaşasınlar insanlığı terk etmeyen mahkumlar. “Gece Haber Bülteni” koğuşlardan haber derleyip “yat”tan önce bülten halinde sunan anlatıcının makarasıdır, iyidir. “Dost Eli Değerse E’yolur Yara” aslında “Üst Kattaki Terörist”in bayağı bir dramatik, ciddi, hali denebilir, anlatıcı çocukla üst katta oturan Yaşar Ağbi’si arasındaki hoş ilişki. Çocuğa arıza çıkaran abinin lüzumsuzluğunu görmezden gelirsek iyidir. “Muhabbet İlk Şarttır Mahpus Olana” adlı öykü -şimdi fark ettim, Tezcan’ın öykülerinin isimleri aşırı kötü- kitaptaki en iyi öyküdür, hapse atılan beş arkadaşın Xalo Dayı’yla duvardan duvara, uzaktan uzağa muhabbetidir. Xalo bir yerde gülerek açıklayacaktır durumu, “Xalo” aslında “dayı” demek olduğu için gençler dayıya “dayı dayı” demektedirler aslında, Xalo bu yüzden sever çocukları. Akıllı, okumuş çocuklardır, anarşiklikten içeri düşmeleri Xalo’nun gözünde önemsizdir, bu yüzden çözdüğü bilmecede bilemediklerini hep bu aslan parçalarına sorar. Mahpusta muhabbet işte, hüzünlü komedi.
İyi öyküler, kötü öyküler. Okumaya değer diyeyim, denk gelen alsın.
Cevap yaz