Bekir Yıldız – Sahipsizler

İspanyollar, İtalyanlar pencerelere koşuşurlar, tabutun geçişini izlerler, öyle bir günde milliyet ayrımı olmayacağını düşünüp Türk işçilerin peşine takılırlar. Tabutu fabrikaya getirmek sessiz protesto, mezarlığa gidecekler ama fabrika sorumlusu araçla gitmelerini istiyor, işçiler yürüyerek götürmek istiyorlar, yarı yol hesabıyla anlaşıyorlar. Mezarlık kente bitişik, kazıcılar yok, zaten ölüler de gömülmüyor, krematoryumda yakılıyor. Mezarlıkta yer kalmadığı için böyle bir çare bulunmuş, bunu neden fabrika müdürü savunuyor bilmiyorum, kötü adamın vazifesini yürütecek başka kimse olmadığı için herhalde. İşçiler yakılsın istemiyorlar, müdür yakılacağını söylüyor, Ragıp’ın ruhu memleketine dönebildiyse iyi. Yıldız’ın öykülerindeki sorunlardan biri olarak bilgi topaklarını görebiliriz, bilgi topağını yığan karakterin robot gibi konuşmasını da ekleyebiliriz, bir de şehrin etrafının fabrikalarla dolduğunun, mezarlıklara yer kalmadığı gibi mezarlıklarda da yer kalmadığının açıklanması için zıttırıbık karakterlerin işe koşulmasını dayarız, tamam. Ragıp’ın küllerinin konduğu vazoda gözüyle yüreğinin dibe inmesi, yürek hastalığının gaz dolu bir odada çalışması yüzünden pörtlemesi yürütüyor hikâyeyi de sağa sola kaçmamız gerekiyor kafamıza fırlatılanlardan ötürü, yani ben şundan dehşete düşmeli miydim bilmiyorum, düşmedim, geleceğini öngörebildiğim için takla olarak kaldı: “Adam yeni vazonun karnına baktı. Patent açık seçik okunabiliyordu: ‘Made In Germany’.” (s. 19) Son öyküyü bu öyküye uluyorum, “Motorize Köleler” yapısıyla konusuyla Modern Times‘ın mizahsız versiyonu. Anlatıcı yağmuru dumanı bol kentlerden birinde, uyanıyor, sabahın köründe yola düşüyor Mercedes’iyle. Saniyeler işliyor, hesap saniyelere göre yapıldığı için trafikte kaybedilen zamanın karşılığı olarak işyerinde kaç saniyede bir vida sıkılacak, kafa sırf buna çalıştığı için makine. Radyoda grev haberi, fabrikada grev fısıltıları, zamın yüzdesi şu kadardan şu kadara çıkarsa biraz daha rahatlayacaklar, sermaye sağdan soldan aldığı işçiler ve sömürdüğü ekonomilerle dünya para kazanıyorsa biraz da işçilere versin, işçiler daha fazlasını istemesin yeter, haliyle pazarlıklar fasaryadan biraz. Yine de yapılacak iş çok, kronometreyle gelip ölçüm yapanlar verimliliği denetliyorlar, bizimkiler tuvalet molası için bile dakikada üç yerine dört vida sıkmak zorunda kalıyorlar yarım saat boyunca. Yemek saati, lokmalar saniyelere bölünüyor, atölye yolunu aşmak için bu kadar saniye, anlatıcının başka bir dünyası olmadığı için olayları uç uca ekleyip gününü bitiriyor. Arada tabii ki edebî atak geçiriyor metin, sırf makineleşmeden ibaret bir öyküde karakterin insan kalan yönlerini göstermeli, değil mi? Zort, şart değil, ayrıca kötüsü olacaksa hiç olmaması daha iyi. “Yeni bir vida alıyorum. Tornavidamı ince oyuğuna takıyorum. Dönen vida, saçlarımı okşar gibi, beni teselli ediyor sanki.” (s. 94) Metadan sevgi devşirmek, makineden şefkat aramak falan, anlaşılabilir, ancak buralarda aranabilir sevgi de türevi yok, yeri yok, arayışa dair bir şey yok, eksikliğe dair, sevgisizlik için yer yok o üretim bandında. Abartılısı da şu: “Hey Hans diyor birisi. Willi’yi görürsen, annemin öldüğünü söyle. Willi, çoktan öldü diyor Hans. Yürüyemiyorum. Yürümeliyim.” (s. 102) Bunu yapma işte, bu çok. Taşar dökülür metinden, göstermek için koyulduğu besbelli. “Bahtiyar Amele”ye de bakalım, burada fabrika yok ama kodamanla amele arasındaki ilişki, amelenin canını kurtarmak için kendisine sunulanları bir lütuf gibi değerlendirmesi tahakkümün sosyal alanlara nasıl yayıldığını gösteriyor, önemli. Çarpmışlar adama, neyse ki hastaneye getirmişler, amelenin bacaklar paramparça. Yaslanmamasını söylüyorlar arkaya, araç kirlenmesin, sonra içeri götürüyorlar. Kanlı sahneler, amele hareket ettikçe kurumuş kanların üzerine tazeleri akıyor, boş sedye olmadığı için beklemek zorundalar. Biri bırakıp gitmekten bahsediyor, ikisi de ameleden bulaşan tozu toprağı silkeliyorlar, doktor gelip sağlam kemik kalmadığını söylüyor, amele o sırada hastanenin tavanına, duvarlarına bakıyor. İnşaatında çalışmış, işiyle iftihar ediyor. İyice bir öykü bu diğerlerine göre, kıyası buradan yapınca.

Köy öyküsü “Obaların Yasası” var da ustaların öykülerinin yanında cılız. Fenkli Sultan uyanıyor, öykülerde birileri sürekli uyanıyor, sabahın köyde, kentte, suda, havada görünümlerine dair betimlemeler sıralanıyor, sonra karakterler giriyor hikâyeye, gelişme ve sonuç. Sıkıcı öyküler yani, klasik anlatının klasiği. Ağa beklediği için oğlu Zaro’yu uyandırıyor Sultan, yallah işe. De, sıkıntı var havada, bir şeyler yolunda değil, Zaro anlayıp sorduğunda alıyor cevabını: babasını vuran adam hapisten çıkmış, köye dönmüş. Anayla oğlunun diyalogları kötü, sahnede konuşuyorlar sanki. Zaro on yedi yaşında bir oğlan olduğunu, anasının derdini anlayabileceğini afili afili söylüyor, ana derdinden yerlerde yuvarlanacak neredeyse. Zaro’nun atıyla muhabbeti bitmek bilmiyor, topağı bir de burada yutuyoruz: “‘Sen şimdi, vurma diyeceksin, öyle değil mi atım, vurma. Sana koş desem, karşı durabilir misin? Sabahtan beri düven döndüm, diyebilir misin? Ben de senin gibiyim işte, kara gözlüm. Babamı vuran adamı, dünyadan silmesem, itten beter olurum.’” (s. 67) Sonra derin derin cümleler geliyor, on yedi yaşın kır bilgeliği midir nedir, doğadan gelen arifliktir herhalde, Zaro küçük bir filozof. Neyse, tarladan dönüyor Zaro, yaşlı bir adamla karşılaşıyor yolda. Bir iki konuşuyorlar, tedirginler, bir şey olmasın diye basıp gideceklerken köylülerden biri geliyor, eski düşmanlıkları indirip kaldırmalarına gerek olmadığını söylüyor. Söylemese sorun çıkmayacak, Zaro öylece gidemeyeceğini anlıyor artık, babasının intikamını almak zorunda. Takıyor bıçağı yaşlı adama, tamam. O sırada süper bir şey oluyor: “At, başını sürdü Zaro’ya. Kıpırdatamadı onu. Sonra at, soydaşının yanına gitti. Birbirleriyle koklaştılar yeniden. Kişnediler. Ötelere yürürlerken, dost olmuşlardı artık.” (s. 71) Şu hayvanlar kadar olamadınız be insanlar, pü size. Diye mi anlamalıyız, ne lüzumsuz işler bunlar. Neyse, Sultan geliyor, Zaro’ya kaçmasını söylüyor ama yediği nanenin cezasını çekecek Zaro, gitmiyor. Babası da gitmemiş, muhtemelen dedesi de gitmemiştir, ailecek onurlu insanlar bunlar. Sultan ne yapıyor, bıçağı aldığı gibi Zaro’nun göğsüne iki kesik, kan akınca kendine gelen Zaro basıp gidiyor. Öyküleri gösteri haline getirmeye gerek yok, Osman Şahin usul usul anlatır mesela, o usulluk dank diye arşa erdirir öyküyü finalde, böylesi sahnelerse düşürüyor. “Üç Yoldaş”ı da düşününce diyalogları toptan başarısız ilan etme haddini kendimde bulmuyorum ama bulsam ederdim. Buluyorum ya aman, çünkü hemşireyle Almanya’ya gidecek işçi adayları arasındaki zırvasız sohbetler, kusursuz Türkçe falan, o ne. Üç adamımız memleketin üç yöresindeki durumu gösterir, biri Kasımpaşa’nın belalısıdır, diğeri Anadolu’nun bilmem neresinden gelmiştir de eşcinsel ilişkiye girdiği için gidemeyecektir Almanya’ya, diğerini hatırlamıyorum ve bakıp hatırlamaya değer bulmuyorum. İşte, muayene sırasında birinin sırtında bıçak yarası, birinin kolunda bilmem ne, diğeri de donu indirince mükemmel bir manzara sunuyor. “Hatice 1962″yle bitireyim, Ömer işçi arkadaşlarıyla birlikte televizyon izliyor, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar, Ruslar, ölümler, diğer yandan ev alacak nihayet Ömer, diziyle paralel bir hikâye çizgisi. Gidiyor da alyansını satıyor en sonunda, gereken parayı tamamlıyor böylece, öykünün adı alyansta yazandan geliyor. Bitiremedim, kitaptaki tek ortalama üstü öyküden de bahsedeyim, “Bedrana” tecavüze uğrayan bir kadının akıbetiyle ilgili. Bedrana öleceğini biliyor ama ölmek istemiyor, eşi Naif’e yalvarıyor. Naif çare buluyor hemen, kadın kendini asmış da intihar etmiş diye salacak haberi, yedirirlerse üstelik herkese birlikte kaçabilirler. Nasıl yedirecekler, orası da muamma. Bedrana urganı geçiriyor boynundan, içinde korku büyüyor, Naif son bir bakıyor eşine. Böyle.

Okumuş olmak için okunur, başka bir şey yok.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!