Toplumcu damarın güp güp attığı zamanlarda Bekir Yıldız’ın sağlam bir itelendiğini düşünüyorum, şöyle demişlerdir: “Toplumun kanayan yaralarını, sermayenin hayvanlığını, ağaların gaddarlıklarını, alt sınıfın nasıl ezim ezim ezildiğini gösteriyorsun, göstermeye devam et.” Yıldız da göstermeye devam etmiştir başlarda, asgari öykülerle, sonrasında asgarinin o kadar da iyi bir şey olmadığını anlayıp işin estetik kısmını sıkı tutmaya başlamıştır sanıyorum. Öyle görüyorum, 70’lerden sonra yazdıklarına daha bir eğilmiştir Yıldız, öncesindeyse, işte bu kitap, yine toplumun nabzını tutan öyküler var bu kitapta, biraz hoyratça, dan dun yazılmış öyküler. Diyaloglar, karakterler sorunlu, mesela köylünün bir iç monoloğu var, tirat adeta, feodal aile yapısının bütün bileşenlerini analiz etti edecek. Hangisiydi o, “Öl Ana”, karakterimiz eşini uyandırmamaya çalışarak kalkar, uyuyan anasının yanına gider, mırıl mırıl konuşmaya başlar. İşte öyleymiş, canından çok sevdiği anasının ölmesini istiyormuş çünkü eşi arıza çıkarıyormuş, biraz şehirli olduğu için yapamıyormuş kaynanasıyla birlikte, o zaman ana ölmeliymiş. Evet, dövmesi lazımmış eşini ama kıyamıyormuş adam, çocukları varmış, bir de oğlana gelin getireceklerinin hayalini kurunca eşini daha bir seviyor, bırakmak istemiyormuş, o zaman anadan kurtulmalıymış. Sayfalar dolusu gidiyor böyle, ananın gençliğinde çektiği dertler mertler bitmiş artık, huzur içinde ölebilirmiş. Zayıf bir öykü, adamın tezli konuşmalarını nitelikten sayarsak muhteşem konuşuyor, o başka, gün doğmadan çıkıp gübreleri de muhteşem toplar ama uyuşmayan bir şey var işte, olağanlığa aykırı durum. Mutluyken mutsuzluğa toslayan çiftin öyküsü, “Ayağa Dayak”, çiftin konuşmalarında birbirini seven insanların sıcaklığı yok, otomatik cevaplama seçeneği açılmış da iki yapay zekâ arasında diyalog sürdürülüyormuş gibi. Takılıyorum buna ya, adamımız gözlükçü, mikrop kapınca altına işemeye, yürüyememeye falan başlamış, eşi iki çocuğa bakmaya çalışıyor, bir de kocasının iyileşmesini beklerken celp geliyor, ev sahibi kirayı artırmak istediği için dava açmış, mahkemeye çağrı. Ey, kısa sürede bu kadar sarsıntı, dert, tasa, konuşmalara yansıyan hiçbir şey yok, dümdüz. Soru, cevap, bilgi alışverişi, bitti. İşte, bitmedi aslında, ver o tansiyonu konuşmalarda da, çocukların mutsuzluğunu yansıt, iletişimin de bozulmaya başladığını göster. Yok. Ne oluyor böyle, her biri otonom varlıklar olarak aile üyeleri. Üstüne bindirdiğin zaman birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini, yok çocukların öyle böyle sevmediklerini falan, tutmuyor. Arada sosyal devlete çakıyor adam, az biraz birikimi olmasa ameliyat da olamayacağını düşünüyor ama çok düşünüyor işte karakterler, didaktizm fırlıyor ister istemez. Evet kardeşim, o kadar para kazandırdığın patronlar yanında değil, atölyede işleyen demirin ışıldayacağını söyleyenler yalan söylüyorlar, aslında çok güzel sömürüldün, evet, bunları anlıyorum ama senin anladığını görmek istemiyorum, yazarın tercihi gereği senin anladığını doğrudan benim gözlerimin önüne geliyor, gelsin istemiyorum. Mesela bacağını dövüyorsun bir yerde, döverken bile konuşuyorsun arkadaş ya. Döverken bile tirat atıyorsun, inanılmaz. Vur, çat çut geçir, sonra birileri koşup seni sakinleştirmeye çalışsınlar, öncesinde ne kadar sakin olduğuna dair taklalı bir eylem örgüsü ver hatta, şaşıralım, ne bileyim. “Üç Bit”te oluru var yine bunun, okura ders verilir ama denge sağlanmıştır, bir yanda şıkır şıkır giyinmiş kadınıyla sevişmek istemeyen, bilgi fakiri bir adam, diğer yanda dünyayı gezen üç Beatnik, akış olacak belli ki. İsimler önemli değil, çocukların ikisi felsefe öğrencisi, diğeri güzel sanatlarda okuyor, bizim çavuş da Almanya’da işçi, çaça kadınıyla sevişmek istemiyor. Nedenini anlıyor çocuklarla sohbet etmeye başladığı zaman, felsefe öğrencilerinden biri azıcık cinsiyetçilikle yaklaşıyor meseleye, kadınların öyle davranışlarını, toplumun böyle tüketmesini eleştiriyor, kapitalizmi bokluyor ve dünyanın çok daha iyi bir yere gideceğinden emin olduğunu söyleyerek kafaca kurtarıyor işçiyi. Ne güzel. Karşılaşmalarından önce etraftakiler bokluyorlardı o tipleri, kokuşuk, berduş olduklarını söylüyorlardı, çavuş bu sebeple benzerlik kurup yanlarına gitti, uzaklaştıkları zaman yine laf atıldığını gördü çocuklara. Çözmüşler olayı valla, helal olsun. Başka bir dünya mümkün. Kadınlar da biraz şey ama. “Yorulmayan Adam”da bayağı bir şey kadınlar, karılık vazifelerini yerine getirmedikleri için erkeklerinin genelevlere düşmelerine yol açıyorlar, adam eve döndüğünde kıyafet o biçim giyinmişlerse takdir görüyorlar, tam bir aile saadeti. Bu öyküde adamımız sevişmek ister, eşi istemez çünkü gün boyunca canı çıkmıştır ev işlerinden. Adam hiçbir iş yapmadığını söyler kadına, kadın hiçbir iş yapmadığını söyler adama, konuşmalarına bakılırsa kadın haklıdır zira adamın tırışkadan bir işi vardır, kadınsa evde kafesten kurtulmaya çalışan bir hayvan gibi oradan oraya koşturarak düzeltilebilecek her şeyi en iyi durumuna getirmeye çalışır, yemek yapar, ortalığı toparlar, akla gelmeyecek türlü iş. Sonrası, adam bıkmıştır artık eşinden, bir önceki gün seks yapmalarına rağmen yekten yakar gemileri, ertesi gün işten bir arkadaşıyla birlikte geneleve giderler. On beş yaşında bir çocuk, köyden gelmiş de nerelere düşmüşse artık, kendini orada bulmuş, adamımızın karşısına çıkmıştır. Göğsünü emer adam, ağzına süt gelir, kızın yeni doğum yaptığını bilmez. İçi bulanır da çıkar gider oradan, tabii işini gördükten sonra. Eve geldiğinde eşini tam takım bulur, aferin çeker, sütlü ağzıyla karısını öpmeye başlar. “Sütlü ağız” lazım işte, böyle küçük çiviler çakılacak okurun kafasına, yoksa öyle ezilmişsin, böyle tükenmişsin, laba laba anlatınca sıkılıyor insanın canı. “Aç-Kapa” var mesela, Yıldız’ın yıllar sonra yazacağı iyi öykülerin habercisi olarak görülebilir. Anlatıcı her paragrafın başında önce kadına çıkışır radyonun sesini o kadar açtığı için, hani ev bangır bangır inleyince dertler ortadan kalkıyormuş gibi yaşıyor kadın, oysa duvarlar kerpiçten, dam tenekeden, kıç yıkayacak su yok evde, gözlerin feri kaçmış. “Sen et nedir hatırlayabiliyor musun? Şu gecekondudan çıkıp başka insanların yaşadığı semtlere uzandın mı hiç? Oralarda kasap dükkânları vardır. Vitrinlerinde kocaman kocaman bir şeyler asılıdır. İşte bunları, kasaplar insanlara satarlar. Çıkaramadın değil mi? Bak sana başka biçimde anlatayım: Hani sizin mahalleye, başka semtlerin kovaladığı uyuz kediler, uyuz köpekler geliyor ya… Ve onlar sizlerden artan bir şey olmadığı için ölüverirler buralarda ya… Bazan ölmüş bir kediyi, ölmeye yakın bir köpek yer… İşte bu köpeğin yediği ölmüş bir kedinin etidir. Ohh… Çok şükür çıkardın…” (s. 45) Adama yüklenir anlatıcı, yerin altında çalıştığı için mezardan bir adım uzakta olup olmadığını sorar. Kömür madenlerinde her cevher birilerinin cebine para olarak döner de kaç metre aşağıdaki adam kapkaradır. Kömür karasıdır, yüz karası değil. Radyoyu neden açarlar, iyi anlamak lazım, radyodan kraliçe ve kralla ilgili malumat mı gelir artık nedir, birileri tahta çıkmıştır da onu mu dinler insanlar, anlatıcı sürekli kralın tacından bahseder erkeklere, korkunç şartlarda çalışmak tacı başlarına oturtmayacaktır, kadınlar için de durum aynıdır. Kapamasalar da sesi kısmaları, dikkati mücadele etmeye değecek şeylere vermeleri yeter. Bu mesajın bir benzeri “Düdüklü Tencere”de vardır, aslında Sarı Mercedes‘in tohumu bu öyküde filizlenmiştir sanıyorum. Adamımız köyünden Almanya’ya gider, ecnebileşmemek ve memleketine dönüp davar mavar almak en büyük emelidir. Gavurun huyuna suyuna bulanmadan yaşamaya çalışır önce, canı çıktığı için biriktirdiği paranın “hayrını” görmek ister ve arkadaşlarının bütün uyarılarına rağmen büyük bir araba alıp köyüne doğru yola çıkar. Düdüklü tencere de almıştır anasına, havasını bütün köye basacaktır. Köye girerken cart cort yırtar arabayı boydan boya, Avrupa’nın geniş yollarından sonra Türkiye’nin dar yollarına uyum sağlayamamıştır. Düdüklü tencere, eh, nasıl kullanacağını bilmediği için basıncı boşaltmadan açmaya kalkar adam, gümletir evi. Şunu anlarız, tüketim toplumunun yılmaz bir neferi olmak zorunda değiliz, biriktirdiğimiz parayla ne halt edeceğimizi hiç bilemeyebiliriz ama en azından lüzumsuz şeylere, en azından gereksinim duymadıklarımıza dünya para harcamak zorunda değiliz. Evet.
Cevap yaz