Yıldız’ın lirik lirik üfürmediği bazı öyküler kaya gibi serttir, cesurdur, şaşkına döndürür. “Demir Bebek” mesela, tekniğiyle zaten fark yaratır, kitaptaki diğer öykülerin çok ötesine düşer de hikâyesi, o ne öyle. Narin’in sıçraması, motorun uğultusunun yavaşladığını duyması, irkilmesi, yüzünü elleriyle kaparken saçlarını da sıkıştırması, eyvah, bir şeyler olacak. Çamaşır makinesinden taşan suların kızıl kızıl akması fena, Narin’in dehşetle açılmış ağzında anasını çağırışı, çağıramayışı, o sırada fabrikada çalışıyor ana, evinden gelen sesi duymaz. Bir baktım şöyle, ses mi dolanıyor, Narin’in basamadığı feryat mı aydınlatıyor karakterleri, eh, sayılır. İkinci günü ananın, ya Muş’tan ya Zile’den geliyor, toprağın sessizliğinden makinelerin gürültüsüne hızlı geçiş baş döndürücü. Seyyit’le birlikte geldiler, yanlarında Narin’le Davut var, ablası kardeşinin elini sıkı sıkı tutmuş. Nasıl kandırmış Seyyit, kolay, demirden atmacalara bineceklerini söylemiş, kadın şaşırmış, uçup konduktan sonra bozkırın yorgunluğunu makinenin yorgunluğundan daha iyi belliyor. Yıldız ne yapıyor, sesi dolandırıyor, görüntüleri gezdiriyor karakterden karaktere, birinin alıştığı görüntü diğerinde kaosa dönüşüyor, mesela ananın havaalanındaki şaşkınlığı: “Nasıl da, geniş yeni bir Amerikan taksisiyle gelmişlerdi havaalanına. Atmacalar… Biri inip biri kalkıyordu.. Yürüyün şöyle… Bekleyin, şurada. Pasaport… Narin bizim. Davut bizim… Üst üste insanlar… Bakışmalar… Uçağı ilk görenler… Tövbe burası dünya değil… Hem dünya, hem bizim olandır burası… Ya Almanya… Atmacanın karnı… Pııır… Altıyüzonaltı sefer sayılı uçakla… Uçak dedikleri, atmacadır hatun… Giriş kartları… Kapıların ardına doluşan insan… Narin, kızım Narin, kardeşine sahip çık… Altı yaşında Narin, kardeşi kucağında Narin’in. Viişş… Öne doğru… Münih’e uçacaklar…” (s. 10) Uçarlar, iş güç, Narin evde, makinenin başında diz çökmüş, önünde küçücük et parçaları yüzüyor. Eve gelince soracaklar, kızacaklar belki Davut’u dışarı saldığı için, kaç kez söylemişler salmamasını. Başka şeyler de söylemişler, obayı bırakıp neden geldiklerini, Almanya’da eve getirilen çikolataların memleket özlemini dindirdiğini, baba fabrikada çalışırlarken bir an kızmış eşine, kadında inceden bir kırık, İstanbul’da çalışsalarmış ya önce, sonra Almanya’ya gelselermiş, köyü batsınmış yine de. Narin o sıra serçe gibi uçmak, evden uzaklaşmak istiyor, komşunun verdiği çamaşır makinesini -o zamanların makinesi merdaneli, bu bilgi olmadan çamaşır makinesinin anlamı kalmıyor- hayretle izledikten sonra düşünmeseydi, hoplayıp zıplamaktan kirlenen kardeşine bembeyaz çamaşırları gösterirken aklına o fikir gelmeseydi, kuş fikri, altı yaşında çocuk fikri, Davut’u makinenin içine koymasaydı. Nokta. İki numarada “Beyaz Baba” var, yine sert. Hoşan’ın babasını görmek için göze aldığıdır bu öykü, kaçakçıların sık ölümlü dünyasında geçer. Dananın kesik başı, et kokan buharlar, Hoşan eğilip ışığı solan gözlere bakıyor, babasının gözlerine. İçinden söylüyor, o gün babasını görecek, kirvesinin yanına koşup el öptü mü, bayramlığı cebine attı mı. Yaşı dokuz, şalvarının cebindeki bayram parası on altı lirayı bulmuyor, belki yine dokuz, uzaklardan trenin sesi gelince bir koşturuyor ama elindeki eti hayrına kime versin, trene kim bindirebilir onu, parayı kim tamamlar? Bozkırın bittiği yeri gören yok, babası oralarda bir yerde yatıyor, karakolun oralarda, mayınların ortasında muhtemelen. “Nasıl düşmüşse toprağa öyle durur babay yavru. Çürümüş, toprak olmuş sanma. Duyduğumuz, pervanesi tepede uçakla kireç dökmüşler üzerine. Beyazdır babayın rengi. Sağına, soluna, gerine bakmayasan. İlkin trenin gidişine çevir gözlerini. Yığma taşlar gibi bir tümsek gördüğünde, mimlemelisen onu. Tren gidince biraz daha, beyaz olunca tümsek, aha babam, demelisen orada yatana.” (s. 21) Asker de kandırır bazen, anlaştığı kaçakçıları salar, yükünü tutup dönenleri vurur, ganimete el koyar. Mayına basanlar tarlanın orta yerinde kalır kaç zaman, 1950’lerde yaşanmıştır.
“Amele”yle birlikte inişe geçiyoruz, ilk iki öykünün gerilimi, tansiyonu yok bunda, şok sonla tokat atmaca. Muşamba önlüğü kanla kaplı doktoru yakalıyor Beytullah, nihayet parayı verecek de babasını ameliyat ettirecek. Böbrek, işlemiyor belli ki, alınacak da iki bin papellik iş. Beytullah’ın günlüğü kaç para zaten, taşıdığı onca malın üzerine fazlasını taşıyor ki böbreğinden kurtarsın babasını. Yüzlükler, sonra ellilikler, doktor sayıyor, Beytullah temin ediyor, ellilikten daha küçüğü yok, hepsi büyük büyük paralar, doktorun söylendiğini duyunca korkuyor cayar mı diye, paranın küçüğü caydırır mı adamı, oysa ne zorluklarla, ne emekle kazanılan para. Bir böbrek gidecek diye onca yorgunluk, baba yaşasın, ailenin başında dursun. Duramaz çünkü şok son işte, muşamba önlükteki kan elbet babanın, başı sağ olsun Beytullah’ın. Da, saçmalık, Beytullah’ın ameliyattan haberi yok, doktor parayı almadan söylemiyor babanın vefat ettiğini, bir de para gelmeden ne ameliyatı, muamma. Paralel hikâyeden de bahsetmeli, Yıldız’ın imzasıdır, esas hikâyenin önünde, arkasında, yanında bir çizgi daha, karakterlerin olaylardan önceki veya sonraki durumlarını gösterir anlatı parçaları. İyi midir, aradaki boşluk doğrudan tetikler merakı, bu iyidir de sürekli kullanıldığında anlaşılır numarası, bir de dramatik sahnelerle doluysa esas hikâyenin kendi gizemini mahveder. Beyto oturmuş bir bara, içip içip leblebi yiyor, arada ağlıyor mesela, hikâyenin seyrini doğrudan belirleyen böyle taklalar, meh. “Kör”de de barbar, hayvan, insan demeye bin şahit Almanlar var, bu da Yıldız’ın bir başka zayıflığı. Tek tip Alman var onun öykülerinde, şimdiye kadar iyisine rastlamadım. Çıkarcıdır, yabancı işçilere eziyet eder Alman, sapıktır, daha da neler nelerdir. Bu öyküde babasının gözlerini açtırmak için zar zor para biriktirmiş bir Türk işçi var, Seyfettin. Ömer Amca köyden çıkalı kaç gün olmuş daha, trene binmiş de Almanya sınırında pasaport kontrolüne takılmış. Korkuyla bekliyorlar, Alman polis geliyor, Ömer Amca anlamıyor waslardan naynlardan bir şey, dil korkusu tavan. Sonra ne, Alman inanmıyor adamcağızın ameliyat olacağına, kaçak işçileri de sokmak istemediği için tabii ki çakıyor kibriti mi çakmağı mı ne, adamın gözlerinin önüne getiriyor, kompartımanı yanık kıl kokusu sarıyor? Müthiş gerçekten, ben ibretialem olsun diye gaz döküp komple yakmasını beklemiştim ama o kadar da çıkmamış insanlıktan. Trenden sonra taksiye biniyorlar, taksicinin dinlediği Almanca şarkılara karşılık bizimkiler “yüksek sesle Türkçe konuşacaklar”, evelallah bastıracaklar Alman’ı Almanya’da. Para biriktirmiş Seyfettin de işten çıkarıldığını öğrendiği için kaygılı, arkadaşlarının bulduğu yeni iş füze, bomba yapımı falan, Ömer Amca başını öte yana çevirip mesajı verecek oğluna. Evet, oyuncak fabrikası da var, çocukların sevinçlerine ortak olmak çok güzel. De, muhtemelen Alman derin devletiyle yakın ilişkileri olan Seyfo öğreniyor ki oyuncakların içine bomba konacakmış, savaş alanına yakın yerleşim yerlerine uçaklarla atılacakmış, oynayan çocuklar havaya uçurulacakmış. Kabul edilemez, oğlunun çıkmazını gören baba ameliyattan falan vazgeçerek İstanbul’a dönüş bileti istiyor, zaten eşini de çok özlemiş. Aşırı bir düşmanlık var öykülerde, taraflı, sert. Almanları tümden bir şey yapmalı demek, ayıplayıp fabrikalarına beddua etmemiz lazım belki, otobanı hoparlörlerle donatıp dağa taşa Neşet Ertaş falan dinletseler eşitliği sağlarlar diye düşünüyorum. “Kömür” olsun, “Tank ve Tanklar” olsun dört dörtlük öyküler de araya bu hamaset edebiyatı karışınca tadı kaçıyor mevzunun, öbür türlü al oku, tekrar aç oku, öylesi başarılı.
Cevap yaz