Haberci rüya görür, yola çıkar, köye yaklaşmadan geleceği haykırmaya başlar. Son haykırdıkları ulaşır bir, geri kalanı rüzgâra karışır da neden köyün yakınlarına gelmeden haykırmaya başladığını bilmeyiz. Ölüm korkusundan değil, belli ki rüyasında gördüğü çocukla karşılaşacak önce. Zirev bağıra çağıra Zenaki’nin geldiğini duyurur, sonra nehre taş atmaya başlar. Pencereler kapanır, herkes arazi olur çünkü uğursuz yıllar sonra yine gelmiştir köye, felaket tellallığına soyunacaktır. Zenaki aradığı çocuğu bulduğunu anlar, Zirev’in yanına gidip tumturaklı bir konuşmaya başlar, kendi çocukluğunu anlatır. Ataları uzak diyarlardan gelmişlerdir, sırtı demirli insanlarla savaşmışlardır, efsunlu babadan Ermenice sözcüklerin eşliğiyle el alan Zenaki hem ciğerlerindeki arızayı hem de köyü basan demirlileri def etmiştir, keyifler kekadır. Onca zulüm unutulmamıştır da neden komşu köydeki kuraklık, hastalanıp ölen çocuklar umursanmaz, daha da önemlisi bu komşu köy bahsi nereden çıkmıştır öyle? Anlık hassasiyet, gerisi gelmez, Zenaki kâhin olduğunu haykırır ve kafasına taşı yer, suya taş atan çocuklar hedef değiştirmiştir. Zirev koşar, Zenaki asasını çocuğun eline tutuşturur ve kendisine söylenen Ermenice sözleri tekrar ederek bayrağı devreder. Bu öyküden çıkarılacaklara bir bakalım, öncelikle meseleleri mesele etmezsek meseleler mesele olmaktan çıkar, yani o dağınıklıkta mesele bulmak zaten zorken bir de bulduğumuzun peşinde koşmak gerekir ki koşamayız, hemen geçip gider. Birileri gelmiştir, savaş çıkmıştır, Ermeniler komşularına yardım etmez olmuşlardır, bunlardan bazıları doğrudur ve bazıları yanlıştır da önemi var mıdır, daha doğrusu nedir bu öykünün odağı, kâhinin kafasına taş yemesi mi, geleceğin insanlarını uyarmak için gaibin seçtiğine asayı teslim etmek mi, yoksa başka bir şey mi? İki, mesaj vereceğimiz köyün meydanına gelmeden bağırmaya başlamak iyi bir tercih değil. Üç, bağırmadan önce dilini alt çene boşluğuna yapıştırıp tükürük biriktirdiğini göreceğimiz kadar yakınlaştığımız karakter bu yakınlıkla bir iş yapmayacaksa, ölçek bir daha o kadar büyümeyecekse lüzumsuz aksiyona başvurmamalıyız. Böyle öyküler aklıma Cortex Man‘i getiriyor, dengesizlik. Susuzluğun imlediği gibi doğanın mahvedildiğini düşünmemiz isteniyorsa bu sahneden az beride suyu azalmış nehirden bahis var zaten. Yani farklı türlerde tutarlılıklar arıyorum da tutacak bir şey bulamıyorum açıkçası. “İsmim Cecilia”ya bakalım, anlatıcının ismi Cecilia ve çeşitli sebeplerden verilmemiş bu ad ona, mesela anlatıcının babası Cecilia Bartoli’yi hunharca dinlediğinden değil, anlatıcının annesinin Cecilia isimli arkadaşından mülhem de değil, bir sebepten verilmiş de bu kadar tantanaya ne gerekti, bilemedik. Cecilia’ya göre soyadlar tam bir saçmalık, bu yüzden “Cecilia” deyip geçiyor, babasından aldığı genetik cortlamanın etkisi de var bunda. Başlangıçta öğrendiğimiz bu tuhaflık sonda ortaya çıkacak ve tansiyonun sebebinin ortaya çıkmasıyla öykü sonlanacak, tipik. Cecilia çocukken müzik kutusundaki balerini izlemeyi çok seviyor, annesi bu düşkünlüğü görünce kızını hemen bale kursuna yazdırıyor. Cecilia’nın garip tripleri bale kursunda ve okulda da devam ediyor, böylece direk dansçısı olarak yaşamını idame ettirmesi mantıklı hale geliyor? İstediği gibi fark edilmeli Cecilia, kulüpte dans ederken kendisini izleyen Roald’ın sadece gözlerine bakması bu yüzden önemli. Birlikte otele gidiyorlar, soyundukları zaman Roald üçüncü meme ucunu görüyor, hiç sallamıyor, sevişmeye başlıyorlar. Meme ucunu ilk kez gösteriyor Cecilia, büyük gelişme. Bu gelişmenin -herhalde- bir ürünü olarak Cecilia öykü yazmaya karar veriyor, öyküsünün ilk cümleleri okuduğumuz öykünün de ilk cümleleri. Yani bunun hâlâ rağbet görmesi hayrete düşürüyor beni de atölye faktörünü düşününce makul buluyorum. Aslında bu kitap ödül de almalıydı, bir şekilde gözden kaçtı herhalde. Eleştirinin ayarını kaçırdım, özür dilerim de üç kuruşluk kaynağımın iki kuruşunu kitaplara harcıyorum ben, emeğime karşılık onca parıltının cos diye sönmesi sinirlerimi bozuyor. “Sezer Hilkan’ın not defteri” nam öykünün bir kısmını alıntılayacağım: “İki güz önce taşınmıştım buraya. Aileme ya da dışarıdaki herhangi birine göre bu durum bir taşınma olarak kabul edilmeyebilir ama dediğim gibi iki güz önce taşınmıştım buraya. Eşyalı bir odaydı. Diğer odalarda olmayan güzellikte birkaç tablo bile vardı duvarlarda. Geceleri çok susayan biri olarak yatağımın yanında küçük bir komodin bulunması büyük şanstı. Ama yatağa biraz uzak gibi gelmişti gözüme. Yerleşmeye başladığımda ilk iş, komodinin yerini biraz oynatmak olmuştu. İki elimle zaten çok da ağır olmayan komodini kenarlarından kaldırıp yatağa doğru biraz daha yaklaştırmak isterken duvarla komodinin arasından işte o defter düşmüştü.” (s. 21) Mesela bu kalabalığın bir sebebi var, iyi de bir sebep ve karakter de iyi kurulmuş ama defalarca kullanılan bir klişeye yaslandığı için yine tatmin etmiyor, The Uninvited ve türevlerini bilenler için vasat. “A a!” diye adlandırmıştım bu tür kurguları galiba, hani meğer hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş. Sondaki twist süper bir buluşmuş gibi. Bayatlıktan iyi bir şey çıkmıyor, bir metnin yazarını takip etmekten de iyi bir şey çıkmıyor çok yenilikçi bir fikir doğmamışsa. Benim gördüğüm son başarılı örnek Leopold’un Sabunu‘ydu, Berkan’ın derdi sırf “elim sende” oynamanın ötesinde hikâyenin irdelediği yazınsal mesele olduğu için iyiydi o metin. Tavsiye edip geçeyim.
“Zelal” yine Doğu tandanslı bir öykü, ne ki Doğu’nun pek bir özelliği yok bu öyküde, olaylar Afyon’da da geçebilirdi. Başka, bu öykü Zelal’in ağzından anlatılıyor, Zelal de küçük bir çocuk olduğu için kısa cümleler, çocukluğun büyüsü tamam da şu ne: “O yaralar ki bu yaşımıza kadar gelen çocukluk mühürlerimiz.” (s. 33) Hangi yaş ve patır patır, güzel güzel yuvarlanan taşı bu cümleyle durdurmak nesi? Yine bir rastgelelik, ayıklama da yapılmadığı için ortaya karışık. Şunu da vermeli: “Anam, sırtına attığı gibi beni, ninemle doğru hocaya doğru yola koyulduk.” (s. 34) Hmm. Bu Zelal çocuk Bingöl’ün dağlarından birinin eteğindeki bir köyde yaşıyor, okulda yerden yüksek oynarken Hüso’nun devirdiği bayrak direğinin altında kalıyor. Bir şey aramalı mıyız burada acaba, bu konuyla ilgili başka bir anıştırma olmadığı için geçeyim. Zelal hastaneye kaldırılıyor, geçirdiği şoktan ötürü ayağını hissetse de hareket ettiremiyor. Okutup üfletiyorlar kızı, bir şey değişmiyor. Önceki yıl İzmir’e tayini çıkan Berat öğretmeni arıyorlar akıl almak için, öğretmen Zelal’le ailesini çağırıyor. Dağdan denize, coğrafyanın değişimi Zelal için mucize gibi bir şey. Hastanelere gittikleri zaman doktorlar şoka dair bir şeyler söylüyorlar, Zelal ilk kez bikini giyip denize girdiğinde ailesi bir garipsiyor ama sorun yok. Denizdekiler yunus gibi, kimi top peşinde, kimi balık, bir başka dünya Zelal’e iyi gelince iyileşme safhası. Gecenin bir yarısı ayağını hareket ettirmeye çalışınca şaşırıyor Zelal, oldu o iş. Herkesi başına topluyor, anasıyla babası şükür duası okuyorlar, odayı deniz kokusu dolduruyor. Bir anlatı antrenmanı, belki eskiz bu metin. Kitaptaki kalburüstü tek öykünün “Kasetçalar” olduğunu söyleyip bitireceğim, Aziz’in ilginç uğraşı ve güzelce bağlanmış sonuyla tatmin edici. Diğer öyküler için de aynı şeyi söylemek isterdim, olmadı. İnci’den başka bir şey okuyacağımı sanmam, çok ucuza bulursam belki.
Ek: Arka kapakta, şunun ne anlama geldiğini söyleyene tam yüz bin lira veriyorum: “Yerin Dibinden Geliyorum’dan satır satır duyulan sesin yabancı olmadığını şaşkınlıkla fark edeceksiniz.” Bizim kalaycı Fazıl Dayı’nın sesini duydum bir ara, sanırım o.
Cevap yaz