“En Kötüsü” nam öyküyü on yedi yaşındayken yazmış Kilimci, yıl 1972. Öykü Varlık‘ta yayımlanmış hemen ki yayımlansın, o yaşta o idrak, farkındalık, eminlik müthiş! Kilimci’nin diğer öykülerindeki izleklerden parçalar olduğu için bu öyküyle başlamak istedim, mesela eskiden ortadireğin yaşadığı mahallede serpilip müteahhitlikten parayı kıran adama başka bir isimle başka bir öyküde rastlayacağız, İzmir’in eski evlerini yıkıp apartman dikenlerden biri muhtemelen. Bu yıkıp dikme olayı da bir başka öykünün finaline yerleştirilmiş, Kilimci bu öyküde yer verdiği mevzuları yavaş yavaş açmış, çeşitlendirmiş sanki. Aile, evlilik ve kadın-erkek eşitsizliği üç temel mesele, çerçeveyi oluşturuyor, içi karakterlerin baş edememe hikâyeleriyle dolu. Kilimci’nin sıklıkla başvurduğu iç monolog tekniğine bu öyküde de rastlıyoruz, dış anlatıcı betimlemelerle olay örgüsünü kurarken karakterler edimlerinin sebepleriyle sonuçlarını, ailenin köhnemişliğini, birey olamamanın sancısını anlatıyorlar. “En Kötüsü” bir facia öyküsü, Fehime’nin evliliği ve hayal kırıklığıyla başlıyor. İyi kötü okumuş Fehime, ortayı bitirmiş veya bitirmemiş, babası daha fazla okumasına izin vermeyip everince kocasının kompleksiyle boğuşmaya başlamış. Adam “okumuş kadın”ın sesini bastırmak için fiziksel şiddete başvuruyor, başka türlü mücadele edemeyecek. Kadınlar kendi silahlarını geliştirmişler buna karşın, harcamaları artırarak adamı borç içinde tutmanın yuvayı koruyacağını düşünüyorlar. Erkeklere her şey anlatılmaz ve erkek borçsuz bırakılmaz, hemen dost tutar çünkü. Kadınlar için evlenmek iyi, başta bir adam olsun, dört de duvar, yeter. Kıssadan hisseye yer verilmiş öyküde, birileri yeni geline sürekli kocasının kusurlarından bahsediyor, adam kör, topal veya çolakmış diyelim, yeni gelinin umurunda değil, babasının evinde bilmediği bir şey koca, her türlü eksiğine katlanılır. Mesela Fehime yorgun argın gelen kocasına sofra hazırlar, rakıyla mezeyi hazır eder, adam bir teşekkürcük etmez, suratı asık. Zorla yolluyor bebeğini hastaneye, Fehime aşı yaptırmak için dil döküyor, ilk çocuk aşılanınca diğerleri de aşılanırmış, üstelik süt tozu veriyorlarmış, Amerikan yardımı. Tanıdıklar o tozu yemişler yokluktan, bayağı da tok tutuyormuş. Onay çıkınca Fehime hemen Zişan’ı alıyor yanına, birkaç kapı ötede oturan eltisi. Birlikte hastaneye gidiyorlar, otobüs hınca hınç. Sinemaya gitmeye karar veriyorlar, onlar da yaşayacak artık. Kadınlar yaşamayı bilmiyorlar, nasıl yemek yapacakları, kocalarından nasıl dayak yiyecekleri evde uygulamalı olarak gösteriliyor ama keyiflerince nasıl yaşayacaklarına dair kimse bir şey öğretmiyor çünkü bilen yok, gönlünce yaşayan da yok, bir başlarına öğrenmek zorundalar. O sıra çocuk ağlamaya başlıyor, Fehime çocuğa meme verip o kalabalıkta sıkı sıkıya bastırıyor kendine yavruyu. Hastaneye geldiklerinde acı son, sayıklamalar, haykırışlar. Otobüs yolculuğundaki muhabbetten kadınlık dertleri ve Batı ülkelerine çalışmaya giden insanların uyum sağlayamama problemlerine dair halkça birkaç yorum, muhtemelen 1960’ların toplumuna yakından bakış. Çok şaşırtıcı bir duyarlılık, sırf bu öyküsüyle Kilimci’ye hayran olunabilir. Kitaptaki öykülerin tamamı Kilimci’nin yirmili yaşlarının başında yazdığı öyküler, bazıları aynı yılda yazılmış ki müthiş bir uğraş, üretim demek bu. Tabii bu yüzdendir ki Kilimci anlatım tekniği açısından çokça tekrara düşüyor, farklı biçimlere pek uğramıyor ama gerçeğin, ezilenlerin yaşamının saf rengini yansıtma yeteneği yeter. “Sıkıntılı Bir Kadın”a bakıyorum, günlük. Banyo yaparken annesinin kontrolüne maruz kalan, artık göz hapsine alınacağı söylenen bir kızın yazdıkları. Kilimci olayları açıklamaya pek yanaşmıyor zaten de bu öykü tamamen kapalı, sırf göstermeye yaslanıyor, iyi. Ortaokul çocuğunun yazdıkları buna yakın bir şey olur herhalde. “Mazsın mazsın mazsın” tekrarlarından bıkmış bir kız bu, yetersizliği kafasına kakıla kakıla nasıl yetebileceğini aileden öğrenmek zorunda ama ona da yanaşmıyor, dayakçı babasının alıştığı tokatlarına ve annesinin dırdırına tepki. Herkes o yollardan geçmiş, babaların anneleri dövmesi veya kızlarını pataklaması normalmiş, erkekler her haltı yiyebilirmiş ama kadınlar baş eğmek zorundaymış. Bunlar evdeki olaylar yorumlanırsa ortaya çıkar, kız uzun uzadıya çıkarmıyor anlamları, gördüğünü istemediğini biliyor sadece. Sınıf arkadaşlarından evlenenler var, bir arkadaşıyla birlikte Fuar’a gidip erkeklere bakıyor mesela, tek çıkış yolu olarak bunu görmesi normal. En yakın arkadaşının dayısıyla mektuplaşmaya başlaması dönüm noktası herhalde, cüret edebileceği son eylem annesinin çabalarıyla ortaya çıkınca memur genci ayarlıyorlar hemen, şak bir düğün, kız çeyizi bohçası İstanbul yolcusu. Bitişik günlerin kayıtlarında havalara uçtuğunu söylüyor, sonra çok mutluluğa ve nihayet mutluluğa düşüyor, tartışmalar ortaya çıkınca işin dayağa varacağını anlıyoruz zaten. Komşular kızı fiştekliyorlar, yok kocası eve gelmiyormuş da nereye gidiyormuş, takip etseymiş kız. Hemen annesine bir mektup, eve dönmek istediğini söylüyor ama zehir bir cevap alıyor anneden. Babasıyla üzerlerine düşeni yapmışlar, kız kendi yaşamından sorumluymuş artık, adamlar yaparmış öyle şeyler, yuvasını dağıtmasınmış. Tipik. Trajediye bulamadan anlatıyor usul usul Kilimci, öyküyü veya kurmacayı demeliyim, arka plana atmadan insanların hikâyelerini anlatıyor, maksat ne acıların çekildiği, ne insanların harcandığı tek önemli öge olmasın da kurgunun ve dilin nitelikleri de öne çıksın. Çok çok başarılı buldum ben, açıkçası şimdiye kadar okuduğum, cinsiyetin yol açtığı problemleri irdeleyen çoğu çağdaş yazardan fersah fersah ötede.
“Telgrafın Tellerine Kuşlar Mı Konar”, sonra bir öykü daha, tamam. Bu öyküde yine iki ses, Berrâ’nım’ın gayet sıradan dünyası. Hanım eski günlerini hatırlar, o çok odalı evde geniş aile, evlendikten sonra çoluk çocuk. Kuraklık olur bir zaman, Hanım’ın eşi işçilere peşin ödeme yapar, hasat zamanı facia yaşanınca verdiklerini geri de isteyemez, eldeki avuçtaki yiter ve o koca konağı satmak zorunda kalırlar, çıktıkları küçük ev alışılacak gibi değildir. Yıllar geçer, Hanım eski günleri her gün tekrar tekrar yaşar ve çocuklarına da yaşatmaya çalışır ama başarılı olamaz tabii, bıktırmamak için kendini tutmaya çalışırsa da bir eşya gibi odalardan birinde ömrünü tamamlayacağı günler gelmiştir, evlatları pek umursamaz artık. Gelinine kaynanalık yapmamıştır, çocuklarına iyi davranmıştır, en azından hepsinin bir yuvası vardır artık, kâfi. Nedir, can sıkıntısı. Bir gün eski evini görmek üzere dolanmaya başlar, yokuşu çıkınca İzmir’in büyük caddelerinden birine varır, soluklanır. İş makinesini görünce aklı gider, baretli gençler Hanım’ı sakinleştirmeye, inşaata sokmamaya çalışırlar ama kadın bir kez feryadı basmış, ailesindeki ölüleri dirileri bas bas bağırarak çağırmaktadır oraya, evleri yıkılmaktadır, birileri durdursundur. İşçiler koşturup su getirirler, kadın bir türlü sakinleşmez ve öyküyü noktalar. Hafızanın mekanla ilişkisine dair bir öykü, arada yine aileyle ilgili çarpıcı tespitler, zamanın yakınlıkları törpülemesi, acıtıcı konular. Bir öykü daha dedim ama yeterli bu kadarı, detaylara değineceğim. Kilimci üniversiteden mezun olunca yurtlarda memur olarak çalışmaya başlamış, özellikle ilk iki öyküde bu yurtlarda yaşanan trajik olayların işlendiğini görüyoruz. Gençlerin parklarda öpüşmesine karşı çıkan çok vazifeli insanların yedikleri haltlar var, yakalanan bir kızı ele vermeyi düşünmeyen öğretmen belki de bir cinayeti önlüyor, kız gözyaşları içindeyken babasının çok sert bir adam olduğunu söylüyor ve şikayet edilmeyeceğini öğrenince sevinçten gözyaşı döküyor bu kez, öğretmenine duyduğu sevgi tarif edilemez. Yoksul çocukların sünnet törenlerinde ayrımcılığa uğramaları, annelerle babaların gardiyanlara dönüşmeleri, insanların türlü mahkumlukları var bu öykülerde, bir tane karavana yok üstelik. Ben şiddetle, ısrarla öneririm bu kitabı, Kilimci’yi duyurmaya çalışırım. İhtiyacı yoktur gerçi, çok ödüllüdür ama yeni neslin de okumasını istediğimden.
Cevap yaz