Doyle’un zamanında firavunların mezarları yeni bulunuyordu, tarihi eserler de Fransa’ya ve İngiltere’ye götürülünce Doyle mumyalardan etkilenmiş, korku öykülerinden bazılarını bu meselelere kafa yorarak yazmış. Kendisi okült cemaatlere bilfiil katılan, çeşitli öcü aktivitelerinde bulunan bir adam olduğundan varlık çağırma seanslarına dair de birkaç öyküsü var. Bunun yanında The Current War‘daki idamla ilgili sahneler doğrudur herhalde diye düşünüyorum, Edison ve Westinghouse arasında geçen tartışmadan esinlenildiğini düşündüğüm bir öykü de var. Hatta anlatayım şimdi, “Los Amigos Fiyaskos” nam öyküde -birkaç öyküde yazım hatası var, en geyiği bu sanırım, ben hata olarak görmeyip güldüm gerçi- idam edilecek bir mahkum, elektrikli sandalyenin ilk kez deneneceği zaman piyangoyu kazanarak bir anlamda meşhur oluyor. Dört kişilik mühendis grubu verilecek elektrik miktarını tartışıyor, üçü düşük bir voltajın yeterli olacağında mutabık kalıyorlar, dördüncü adam olan yaşlı bir Alman karşı çıkıyor ama adama deli gözüyle bakıyorlar, dinlemiyorlar herifi. Sonra düşük düşük veriyorlar voltajı, mahkum her seferinde daha da güçleniyor, ölmüyor. Asıyorlar, bir saat boyunca ipte bekletiyorlar, ölmüyor. İdamı izleyen bir mareşal silahını çıkarıp adama birkaç el ateş ediyor, herif yine ölmüyor. En sonunda Alman ortaya çıkıyor, verilen elektriğin sinirsel güç vermekle aynı şey olduğunu, adamın yüzlerce yıl boyunca yaşayacağını söylüyor. Zamanın bilimsel olgularıyla yazılmış bir öykü, günümüzde komik olsa da dönemin okuru için etkileyici olsa gerek. Kısacası döneminin korku unsurlarından besleniyor Doyle, yeni keşfedilmiş bilinmeyenleri öyküleştiriyor ama sırf doğaüstüne dayanarak yapmıyor bunu, insan doğasının karanlık taraflarından yola çıkarak öcüsüz anlatılar da kuruyor.
“Tot’un Yüzüğü” ilk öykü. Louvre’daki Mısır sergisinde gördüğü garip bir adamı aklından çıkaramayan araştırmacı Smith’in dinlediği bir hikâye esas mevzuyu oluşturuyor. Smith’in gördüğü garip adamın gözlerinde garip bir parıltı var, derisi parşömen gibi buruşuk, sanki Antik Mısır’dan çıkıp gelmiş. Smith adamla önce ayaküstü konuşuyor, sonra bir köşede uyuyakalıyor, gecenin bir körü uyandığında adamı bir lahdin yanında buluyor. Lahitteki mumyayla konuşuyor adam, mumya bir kadının suretinde ve canlanır gibi gözüküyor. Smith’in ödü kopuyor ve uzamaya çalışıyor ama adam kendisini dikizleyen adamın önünü kesiyor ve hikâyesini anlatıyor. Bir zamanlar kadın ve adam Mısır’da beraberler, adamın yakın bir arkadaşı da aynı kıza âşık, aralarında çekişmeler, sonsuz yaşama dair büyüler derken binlerce yıl geçiyor, adam kazılarda bir mumyanın çıkarıldığı haberini alıyor, müzeye gelip müdürü bilgisiyle etkiliyor ve orada çalışmaya başlıyor, çalışmaya başladığı günün gecesinde de Smith’le karşılaşıyor zaten. Hoş bir öykü.
“Kara Şatonun Kontu” paranormal olayların dönmediği şahane bir öykü. I. Dünya Savaşı sırasında Alman askerleri Fransa’yı ele geçirmiş, yayılıyorlar. Albayın teki karargâh kuruyor, bir süre sonra adamlarının teker teker öldüğü haberini alıyor. Gece vakitlerinde birer ikişer kaybolan adamlarının akıbetini öğrenemiyor üstelik, o da civardaki köylülere haber salıyor, neler döndüğünü anlatacak olan kişiye ödül var. Köylüler başta çekiniyor, ödül miktarı iyice artınca bir köylü cesaret ederek Albay’ın karşısına çıkıyor ve askerlerini Kont Eustace’ın öldürdüğünü söylüyor. Albay hemen Yüzbaşı Baumgarten’ı çağırıyor, Kont’un şatosunu basma emri veriyor. Yanına yirmi adam alan Baumgarten gecenin bir körü baskın düzenliyor, bakıyor ki Kont şatoda değil, beklemeye başlıyor. Uşaklara yemek yaptırıyor, bir güzel yiyip içtikten sonra uyuyakalıyor. Uyandığında Kont’u karşısında buluyor, şatonun gizli geçitlerinde gizlenen adamlar bütün askerleri etkisiz hale getirmişler, bir tek Baumgarten’a dokunulmamış, onunla da Kont ilgileniyor. Bu aslında bir gerilim öyküsü, zira ne olacağını merakla bekliyoruz ve işler umulmadık bir yere gidiyor. Kont’un savaşta öldürülen bir oğlu var, oğlunun yaşadıklarını öğrenen adam Baumgarten’a da aynı muameleleri yapıyor. Rütbeli biri oğlun kafasına vurduysa çat, geçiriyor adama bir tane. Şefkatli biri para verdiyse Baumgarten’a da para veriyor. En sonunda adamı kan revan içinde bırakıyor ve şatosundan gönderiyor, gecenin bir körü adam tek başına koşmaya başlıyor. Diğer askerlerin başına ne geldiğini bilmiyoruz, oğlu öldürenler rütbesiz askerlerse muhtemelen onlar da öldürülüyor. Kitaptaki en başarılı öykülerden biri bu.
“Yeni Yeraltı Mezarı”, Lovecraft’ı etkileyen öykülerden biri olabilir diye düşünüyorum, Duvarlardaki Fareler bir esinlenmeyle ortaya çıkmış olabilir. Bu öyküde iki yakın arkadaş var, ikisi de arkeolog. Biri tutuk, diğeri de nişanlısından ayırdığı kadını ortada bırakarak skandala yol açmış bir hovarda. Neyse, bir gün tutuk olan yanında yeni kalıntılarla geliyor, Roma döneminden kalan bir mezar bulmuş. Hovarda mezarı merak etse de tutuğun bir şartı var, önce skandalı dinleyecek, sonra mezarın yerini söyleyecek. Hovarda mevzuyu anlatıyor, tutuk da adamı mezara götürüyor. Labirentler ve dehlizlerle dolu koca bir yapının içine giriyorlar, dar koridorlarda belki iki bin yıldır yatmakta olan cesetler sağlı sollu sıralanmış. Bizimkiler en derinlere iniyorlar, hovarda etrafına bakınca çok mutlu oluyor ama tutuk arkadaşı ışığı da yanında götürüp ortadan kaybolunca o kadar da mutlu olmuyor. Eh, aslında en başından beri nasıl biteceği belli bir öykü, tutuğun hikâyeyi anlattırmasıyla çözülüyor mevzu ama mezar bölümleri oldukça başarılı.
“Leydi Sannox Vakası” bir sadakatsizlik ve intikam hikâyesi, yine öcü yok.
“Brezilya Kedisi” öcüsüz, bol germeli bir öykü. Parasız kalan soylumuz, Brezilya’dan dönen paralı akrabasının davetine icabet ediyor, akrabasının getirdiği pumayı hayranlıkla izliyor, evin hanımının kendisini kovma çalışmalarını bertaraf ediyor. Para mevzusunu açtığı gün akraba yardımcı olacağını söylüyor, pumayı izlemeye gidiyorlar. Akraba, adamı içeride bırakarak uzuyor, kafesin kapısı açık. Sonrası bir kurtulma hikâyesi ama pumanın adamı ne zaman parçalayacağını merak ederek okuyoruz, geriliyoruz, istediğimizi alıyoruz yani. Ben bunları gerilmek için okuyorum ve geriliyorum, çünkü ne demek yani koca bir yırtıcıyla küçücük bir yerde kalmak. Bu nasıl şey? Öykü işte. Ne güzel.
“Esmer El” bir hayalet hikâyesidir. Meşhur bir cerraha yıllardır musallat olan Hindu adam, elini ameliyat masasında bırakmıştır ve öldüğü zaman eliyle birlikte gömülmek konusunda doktorun sözünü almıştır ama doktor sallamaz pek, İngiltere’ye döner, yanında ameliyatlardan kalan bir sürü organ varsa da adamın eli yoktur. Bir gün adamın hayaleti ortaya çıkar, doktora sitem dolu bakışlarla bakar ve ortadan kaybolur. Sonra her gece ortaya çıkmaya başlar, doktora ve eşine ıstırap olur. Akıllı bir akraba -anlatıcı- eve gelir, kesik elin hikâyesini öğrenir ve hastanede çalışan bir arkadaşından Hindu birinin kesik elini alır, hayalet ortaya çıkınca ele bakar ve acıyla kaybolur ortadan. Doğru el değildir önündeki, diğer eli alan akraba hayaletin mutluluk içinde ortadan kaybolduğunu öğrenir doktordan. Bu ilginç bir öyküdür, ruhumuzun bedensel bütünlükle doğrudan ilişkisini gösterir, hayalet el sendromu gibi meseleler ortada henüz yokken bir nevi önceler bunu.
“Yükseklerdeki Dehşet” tam Cthulhu Mitosu öyküsü. El yazması tekniğiyle yazılmış. Ünlü bir pilot gökyüzündeki belli bölgelerde, belli irtifalarda garip işler döndüğünü düşünüyor. Birkaç pilot yükseklik rekoru kırmaya çalışıyorlar, uçakları düşüyor veya kayboluyor, bir pilotun kafası bulunamıyor falan, bizim pilot da tek kanatlı uçağıyla yükseldikçe yükseliyor. Fırtınaları aşıyor, bulutların arasından geçiyor derken gaz formunda garip varlıklarla karşılaşıyor. Bazılarının uzantıları katılaşabiliyor, saldırıyorlar pilota ama adam son anda kurtarıyor kendini, indikten sonra yazmayı kaleme alıyor ve tekrar yukarılara uçacağını söylüyor. Ortadan kayboluyor sonra, ilginç bir öykü bu da.
“Blue John Mağarası Dehşeti” yine Lovecraft için esin kaynağı olmuş bir öykü, hatta yanılmıyorsam ilk öyküsü olan “Yaratık” bu öykünün etkisiyle yazılmış olabilir. Konular birbirine çok benziyor, bir mağaradaki canavarla ilgili. Behemoth benzeri bir varlık. Koyunları falan yiyor, meraklı bir adam mağaraya girerek gerçeği ortaya çıkarmaya çalışıyor. Gerisi tipik. Doğaüstüne üstünlük sağlayan adamlar demir gibi iradeleriyle akıl çağının neferleri olmuşlar, önlerinde ecinnidir, umacıdır, hiçbir şey duramıyor.
Bir mumya öyküsü daha var, kutuplarda geçen bir hayalet öyküsü var, medyumlukla ilgili bir öykü var, daha da gidiyor. Doyle’un Holmes harici işleri de çok başarılı, türe ilgi duyanlar kaçırmasın bence.
Cevap yaz