Anlıyorsun Değil Mi? bir kısa öykü olayıydı, Spencer Holst’un metinleri de öyleydi. Dedalus bir zamanlar öykü olaylarının toplandığı yerdi yani, Biz Boğulanlar gibi metinleri düşününce roman olaylarının da toplandığı yerdi, neylerin nasıl olabileceğini sınırları genişleterek gösteren kocaman bir kurmaca leğeniydi. Sınırları: türün, bilişin, kurgu kasının. Blatnik’in bu kitabındaki öyküler bir Dedalus havası estirdi de his yığışması oldu bir an, yoğuşması. Kısa öykünün bir sıkıştırma işi var, hani kâğıdı sekize mi katlayamıyorduk, on ikiye mi bükemiyorduk neydi, kısa öykü otuza yüze falan katlar, açılması bitmez. Blatnik’in böyle metinleri var, bunun yanında öykü gibi öyküleri de var ama o da romanı katlıyor işte, “Kan Tadı” tek başına üç beş romanı taşır mesela. Aileye, anneye duyulan nefret boca edilmiştir, babanın hırtlığı kaç yüz sayfa boyunca sayısız kez karşımıza çıkarılır, anlatıda başkaca dişe gelir bir takla yoksa kofluk kalır ya, onu ortadan kaldırmak için Blatnik’e başvurabilirsiniz. Bu öykü ne, sudan çekip çıkardıkları cesede uzun uzun bakarlar köyün delikanlıları, bir daha ne zaman göğüs ve bacak görecekleri belli olmadığı için polisler dağıtana kadar öylece izlerler. Katarina da izler, ölü seyretmekle ilgili o güne kadar bir fikri yoktu muhtemelen, denk gelince kişiliğinde yeni bir seviye açılır veya eskinin bastırılmış duyguları yüzeye çıkar, bilemiyoruz başta. Orta yaşlı polisin yanaşmasıyla bilmeye başlıyoruz, yaranın kokusunu aldığı için kıza kancayı takıyor polis, Katarina tedirgin olduğu için eve gitmek ister ama gönülsüzlüğü ilk orada anlaşılır. Derinlerden gelen bir arzu: yok oluşun çekiciliği mi dense, mahvoluşun tatmin ediciliği mi, neyse, Blatnik doğrudan göstermiyor bunu, öykülerinin sonunu getirmek için bir gıdım döküyor da koyuyor noktayı en fazla. Bu öykü sürecek ama, Katarina’nın kurtuluşu biraz zaman istiyor, hem polisin yarayla nasıl oynadığını göreceğiz. Cesede bakıyor, Katarina’ya bakıyor, Katarina “yoklandığını” hissediyor, adamın bıyıklarını okşadığını görünce unutmak için çaba sarf ettiği adamı hatırlıyor. Hayır, suçluluk hissetmemeli, sadece bir el hareketi ama hareketi yapanla unutmak istediği adam denklendi o an, kilit açıldı, Katarina kontrollü sürüklenişine başlayabilir. İçeriden bakıyoruz da ben o yavaşlayan anlatının göstermediği ifadeyi canlandırarak okuyorum, kendiliğinden oluyor gerçi, mesela polis o suçluluğu hissedip harekete geçmesi gerektiğini anlıyor, gözlerini kısıp Katarina’ya bakmaya başlıyor, artık emin. Katarina’nın polisi unutmak istediği adama, babasına benzettiğini söylemesine gerek var mıydı diye düşündüm, sonra bunun kasıtlı veya kasıtsız bir eylem olabileceğini düşündüm, kasıtsızlık o uçurumun ansızın açılmasındansa kasıtlılık çok daha karanlık bir arzunun uçurumdan tırmanması. Polis rahat, avını patavatsızlığıyla yakalıyor, aslında başkalarıyla rahatlıkla, defalarca yaptıkları sıradan bir eylemden başka bir şey yapmayacaklarını söylüyor, bunda bir kötülük yok. Katarina polisin babasını hatırlattığını söylüyor ikinci kez, geceleri babasının odasına geldiğini de sezdiriyor arada, artık eve gitmek istediğini söylese de polisi de peşinden sürüklemekten başka bir şey yapmayacak, kurtulmak için söylediği her bahane daha sıkı bağlarla sarmalanmasına yol açacak. Yanlarına gelen genç polisin amacı da aynı yaşlı olanla, kızın bisikleti olmasa üçü beraber giderlerdi ama tuzağın bozulmasından korkan polisler ayar çekiyorlar hemen, genç polis bisikletle iki saatlik yolu alacak, o zamana kadar yaşlı polis işi bitirmeli. Arabaya atladıkları gibi kızın evine, her şeyin daha garip hale geldiği ev faslı Blatnik’i dâhilik mertebesine çıkarttı gözümde. Çok saçma, saçma olduğu için gerçek: Katarina besteci, yeni tamamladığı bir şarkıyı adama dinletiyor bir şey yapmış olmak için, adam beğenmediğini doğrudan söylüyor. “Kız, babam da olsa beğenmezdi, diye düşündü. Aslında kendi de beğenmemişti. Sesler tümden kulağa yanlış geliyordu. Çok uğraştığı halde doğru sesleri bulmak kolay değildi. Cesedin etrafında toplanmış adamların yanında durmasının sebebi buydu. Mırıltılar, diye hatırladı. Ve aleti kapattı.” (s. 49) Bu biraz aşırı olsa da makul, oradalığının açıklaması bir noktada gerekiyorsa tamam da şu çok afişe ediyor mevzuyu yahu: “Katarina, ne özenle sıralanmış cesetler düşüncesini, ne de adamın bıktırıcı gevezeliğini beklenildiği kadar itici bulmadığını dehşetle fark etti.” (s. 49) Morga sokma vaadinde bulunuyor polis, Katarina isterse yan yana sıralanmış cesetleri seyredebilir. Seyredebilir zaten, adamdan rahatsız olmadığı da eve gelmelerinden belli. Bir kırılma ânı var, Katarina kendini biraz toparlar gibi olunca adamdan gitmesini ister, adam anlaşamadıklarını düşünüp kapıya yönelir, merdivenlere doğru gidecekken bütün tuşlara basmaya karar verir, karısının ve iki kızının fotoğraflarını göstermek ister. Hangi noktaya kadar büküleceğini bilemez Katarina, adamın ani bir hareketiyle duvara yapışır ve adamın elini bacaklarının arasına soktuğunu görür, hissetmez. “Hiçbir şey hissetmiyordu. Duvardan sızan rutubetten gömleği ıslanmıştı. Merdivenlerden yukarıya baktı ve camın üzerindeki ıslaklığı gördü. Bisikletimi saçak altına koymuş muydum, diye düşündü. Sonra da nerede bıraktığını hatırladı.” (s. 53) Islaklığa vurgu bir yana, duyularının körelmesi diğer yana, müthiş bir depersonalizasyon var burada, Katarina adamı olduğu gibi istemiyor ama adamın uyandırdığı canavarı istiyor, bu yüzden “öyle” istemediğini, kendisinin “daha iyi yapabileceğini” söylüyor. Hayır, polisin isteğine rağmen yapmayacak, yaptığını izletmeyecek. Ağzında kan tadı, genç polis de geldiği zaman kendinden geçip yere düşecek, adamları nihayet yollayabildiği zaman yaşlı olanın uzattığı kartı alacak en son. Arayacak bir gün, boşluğu aynı şekilde tekrar doldurabilmenin başka yolu yok. Ne demeli, bir öykü böyle değilse öykü olmamalı da başka bir şey olmalı, belki de hiç olmamalı. Diye düşünüyorum böyle öyküleri okuduğum zaman, insanın yeni karanlıklarını gösteren öyküleri. Bir iki öykü daha var böyle, onlar da huzursuzluk çıkarıyor, böğre öküz oturtuyor.
“Aslında” biraz can da yakar, tutkunun yaşamda kapladığı alanla ilgili. Başka şeylerden kısılır, başka insanlardan çalınır da tutkuya katılır ya zamanla emek, odur. “Gerçekten merak ediyorum, diyor, ben tam da bu kelimeleri yazarken, neden bilgisayar ekranına gözünü dikmeyi, beraberce çıkıp arkadaşlarımıza gitmeye tercih ediyorsun.” (s. 101) Haftalardır çağırıyorlar, anlatıcı gitmiyor çünkü başı ağrıyor, yapacak işleri var, sevgilisine ayıracağı zamanı sevgilisini ekrana geçirmek için harcıyor. Ekranda bir sevgili, söyledikleri birebir aktarılıyor, hareketleri doğrudan karşılık bulmuyor belki, yine de orada işte. Anlatıcı yazmayı sürdürürken sevgilisinin söylediklerini kısa cümlelerle geçiştiriyor, umursamıyor sanki, tek bildiği yazmak. Yazarken bazı şeyleri yazıya geçirmemeyi de düşünüyor ama bu düşüncesini yazıya geçiriyor, hipergerçekçi metin. Sevgili gizli gizli bakmış, anlatıcının yazdığı kadınların söyledikleri aslında kendi söyledikleri, erkeklerin sözleriyse anlatıcının sözleri, bambaşka kurgularda bile ikisi yer alıyor, kadın kurgu dünyadan çıkıp gerçeği yaşamak istiyor anlatıcıyla birlikte. “Bu kulağıma binlerce çeşidini duyduğum basmakalıp bir laf gibi çarpıyor. Eskimiş bir cümle. Eğer kullanacak olursam, bir şekilde ters yüz ederek, ironi katmalıyım. Nasıl yapsam?” (s. 106) Merak ediyor, kadının gerçekten yaşamaya başlamasıyla neler olacağını görmek istiyor ve kalkıyor masadan, sevgilisinin yanına gidiyor, birlikte camdan dışarı bakıyorlar ve muhtemelen arkadaşlarıyla buluşmaya da gidecekler. Sohbet edilecek, içilecek, başkalarıyla geçirilecek zamanın ayrı bir değeri olacak. Kurmaca namına. Belki.
Blatnik’i öyküyle uğraşan herkes okumalı. Lydia Davis’i sevenler Blatnik’i de severler.
Cevap yaz