Sabiha Teyze’nin zamanında anlattığı hikâye tam Schwartz’ın kalemi. Yirmi beş yıl oldu dinleyeli, Sabiha Teyze’nin eşi iş seyahatine çıkmış, uzun süre yok. Kar kış, iki küçük çocukla oturuyormuş Sabiha Teyze, ne yaptıklarını söylemedi diye hatırlıyorum ama korkmaya hazır haldelermiş, onu biliyorum. Gece ilerlemiş, çocuklar da uykunun derinliklerine ilerlemişler, Sabiha Teyze pencereye doğru ilerlemiş çünkü dışarıdan birinin bağırdığını duymuş. Biri adını haykırıyormuş ama fırtınada zar zor duyuyormuş Sabiha Teyze, pencereyi açınca karlar haykırmakla kalmayıp içeri doluşmaya başlamış, adam duruyormuş öyle. Adam öyleymiş, Sabiha Teyze dikkatle bakmış, neydi adamın adı, Sabri diyelim, Sabri’ye benziyor ama o mu? Karanlıktaymış, başı hareket eder etmez aynı haykırış duyulmuş da silik, rüzgâr alıp götürüyormuş sesin çoğunu. Teyze korkmuş çünkü eşi uzaklardaymış, uzunca bir süre dönmeyecekmiş, şu yakında olan şey uzakta olan olamazmış. Olanaksızlıktan ötürü pencereyi kapamış Sabiha Teyze, dua okumuş, yatıp uyumuş. Ertesi sabah homurtuları duyunca zınk diye açmış gözlerini, arkasına dönüp bakmış ki BÖ! Ben bu hikâyeyi -“BÖ!”sü hariç- sanırım Büyükada’dayken dinledim, annem beni de götürmüştü. Bir iki şey öğrendim hikâyeden, tuhaf şeyler olduğu zaman umursamamak en iyisi. Mesela şu an bardağım boş, havalandı, mutfağa gitti ve içi çayla dolu olarak hemen önüme kondu. Teşekkür dahi etmem. Ama bardak fırlayıp kafamda kırıldı, hemen dışarı çıkarım ve bardağın fırlayıp kafama çarpmasına neden olan şey hakkında malumat sahibi olan birini bulmadan eve girmem. Bulduğumda da girmem çünkü evde birden fazla bardak var ve birinin kırık olması bardaklardan kuşkulanmam gerektiğini gösteriyor, kafam da kırılmışsa ve geride kuşkulanacak bir kafam kalmışsa evin kendisinden şüphe duyup itimat ettiğim kişiyi ikna ederim, eve tek başına girip mevzuyu çözer. Bazı öcüler oyuncul oluyor malum, benim aklıma hemen Clive Barker’ın şu iblisli, melunlu öyküsü geliyor, adam hani eve girdiği zaman bir varlığı seziyor da çaktırmadan önlem alıyor kendince, eve girmemek yeterince iyi bir önlem. Schwartz’ın anlattığı hikâyelerdeki karakterler hep içeri giriyorlar, gizemi çözmeye çalışıyorlar veya kaçıp kurtulmaya bakıyorlar ama pek mümkün olmuyor bu, umacılar her zaman daha hızlı. Bazen umacı karakterin kendisi, The Others‘a ilham veren bir hikâye: John Sullivan kendini şehir merkezinde bir sokakta yürürken buluyor, nerede olduğu ve nereye yürüdüğü hakkında hiçbir fikri yok. Kendisine yürüyen kadına saati soruyor ve kadın cevap olarak çığlık atıyor, Sullivan teşekkür ederek uzaklaşıyor. Başka insanların da korkuyla kaçıştığını görüyor sonra, konuşmak istediği kim varsa öcü görmüş gibi davranıyorlar ki gerçekten öcü görüyorlar, Sullivan mevzuyu eve telefon edip eşinin cenazede olduğunu öğrendiği zaman anlıyor, önceki gün şehir merkezinde bir kaza sonucu ölmüş kendisi. Hayalet olduğundan haberi olmayan bir hayalet. “Enkaz” da türevleri iyi bilinen bir öykü, Fred ve Jeanne okulun balosunda tanışıp dans ediyorlar, saat on bir olduğunda Fred’den kendisini evine bırakmasını istiyor Jeanne. Arabası yok, baloya gelirken kaza yapmış. Gerisi malum. Bunlar biraz az korkunç öyküler ama hemen sonra gelen “Bir Pazar Sabahı” gerçekten korkutucu. Ida her pazar sabah yedide kilisedeki ayine katılıyor, bir pazar hazırlanıp evden çıktığında havanın hâlâ karanlık olduğunu görüyor ama sorun yok, yılın o zamanlarında karanlık olurmuş. Mezarlığın içinden geçip kiliseye giriyor, oradakilerin hiçbirini tanımıyor, Josephine Kerr hariç. Ida gülümsüyor ve hemen aklına geliyor, Kerr bir ay önce ölmüştü. Etrafına daha bir dikkatle bakıyor, tanıdığı kimse yok, takım elbise ve döpiyesler içinde iskeletler rahibi dinliyorlar. Herkesin ölü olduğunu anlıyor Ida, Kerr o sırada ona doğru eğilip fısıldıyor: “Hayatına değer veriyorsan kutsamadan hemen sonra git.” Gerisi aşağı yukarı şu sahne. Gitmemiz gereken yere zamanında gitmemiz gerektiğini söylüyor bu öykü, erken de gitmemeliyiz çünkü ayindir, buluşmadır, bunların zamanı belli, gönlü hoşların keyiflerini kaçırmamalıyız. Musallat olan ruhlar da başa beladır, Billy Mansfield gördü. Aileler kavgalı, Billy düşmanını gördüğünde silahına davrandı, düşmanı da kendi silahına davrandı ve bir eliyle Billy’nin silahına davranırken boştaki ayağıyla diğer ayağındaki silahını çekmeye çalıştı ama Billy hızlıydı, kendi silahıyla adamı vurduktan sonra diğer silahı adamın ayağından aldı ve adamın küçük siyah köpeğini vurdu. Tuhaf, köpeği vurması insanı vurmasından daha kötü. Köpek bunun farkında, bu yüzden adamın peşini bırakmıyor, yıllar geçiyor da bırakmıyor, en sonunda adamı tenhada yakalıyor ve öldürüyor, Billy’yi bulanlar adamın köpek gibi koktuğunu fark ediyorlar. Latif bir hayalet öyküsüydü bu da, bir sonraki bölümde hayaletsiz ve korkunç öyküler var.
“Gelin”, Poe’nun narkolepsi sonucu başına gelebileceklerinden korkmasını haklı çıkaracak bir öykü. Gelin narkoleptik değilse de bir yerde kapalı kalıyor, tavandaki koca bir sandığın içine saklandığı sırada kapak dan diye kafasına düşüyor ve çkark diye kırıyor kafayı. Kapak hızla kapanınca kilitleniyor, her yerde gelini arıyorlar ama bir haftanın sonunda damat da vaz geçiyor, kadının kaçtığını düşünüyorlar. Yıllar sonra bir hizmetçi sandığı açınca çığlık atıyor, gelinlikli bir iskelet. Daisy’nin başına gelenler de ibretlik, bir ay komada kaldıktan sonra ölüyor Daisy, gömülüyor, eşi hep öyle huzurla uyumasını söylüyor eşine. Kısmet olmuyor ne yazık ki, aynı gece hırsızın teki taze mezarı kazıyor ve Daisy’nin iki yüzüğünü çalmaya çalışıyor. Yüzükler çıkmayınca bıçakla parmakları kesmeye kalkıyor ama parmaktan kan fışkırınca şaşırıyor, Daisy doğrulmaya başladığında daha da şaşırıyor, hele adını sorduğunda korkudan bayılacak gibi oluyor. Mezara düşüp bıçakla kendini yaralaması, kan kaybından ölmesi ilahî adalet de Daisy’nin mezardan çıkıp eve doğru yürümesini ne yapacağız mesela, başka bir hikâyenin konusu. Kapıya geldiği zaman dan dan vuruyormuş, eşi kapıyı açıp korkuyla bağırınca üstünün örtülmesi gerektiğini söyleyip mezara gidiyormuş falan Daisy. “Pencere” tipik bir kan emici öyküsü ama ilk örneklerden çok da bir şey beklememiz gerekir, dallanıp budaklanmışların prototipi. İki kardeş uyumak üzereler, biri uyumayıp iyi halt ediyor ve camdan dışarı bakıyor. Bir cisim yaklaşıyor, uzaklarda sarı yeşil ışıklar. Göz oldukları anlaşılıyor, gözler eve yaklaşıyor, varlık hızlanıyor, camı çerçeveyi indirip kızı ısırıyor. Kardeşi feryat figan, anneyle baba odayı basıp kızı kurtarıyorlar. Sonra hemen toplanıyor insanlar, mezarlığa gidip tabutlardan birini açıyorlar. Ne görsünler, biri huzurla uyuyor ama aslında uyumuyor. Ateş yakıyorlar, bedeni olduğu gibi yakıyorlar, küller kalıyor geride. Vampirlerle ilgili çok şey söylendiği için ben pek de bilinmeyen bir yönlerini söyleyip geçiyorum, ısırılmamak için bol bol sarımsak yiyin ki leş gibi kokun, kanınızı kokutacak kadar yiyin. Doğal savuşturucu. Son olarak “Pencerenin Yanındaki Yatak”ı anlatayım, ibretliktir. Üç yaşlı adam huzurevinde oda arkadaşı, X öldüğü zaman Y onun yerine geçiyor, pencere kenarına. Z bir sıra atlıyor, sırada o var. Y camdan dışarı baktığında o kadar güzel şeyler anlatıyor, gelip geçen insanları ve doğanın devinimini öyle hoş canlandırıyor ki Z kıskanıyor, Y’yi öldürüp yerine geçiyor. Bir de bakıyor ki tuğladan bir duvar var önünde, Y uyduruyormuş her şeyi. Bundan bir ders çıkaramadım valla, insanları öldürmemeliyiz diyebilirim.
Serinin ikinci kitabı da birincisi gibi kitap. Okunası.
Cevap yaz