Ali Karaçalı – Kamçı

Ânın lirik genişletimlerinden, bireyin iç dünyasının dış dünyasıyla tokuşmasından falan filan, öyle öyküler. Algı, alımlama, yorumlama koşar anlatıcının yardımına, gözler hikâyeyi bir yana çeker, gece çağrışımlarıyla bir başka yana, kısa -kısacık değil- öykülerin çatılışı. “Kamçı” ranzasında uyumaya çalışan anlatıcının debelenme sırasında düşündükleridir, organ sayımdökümüdür aynı zamanda, en azından başlangıcıyla. Gözleri kapamak fayda etmez çünkü lif lif, hücrelerine dek duyu kesilir gözler, kalp kaynar sular gibi büngülder, damarlar lastik gibi uzar, böğrün sol yanındaki top benzeri yuvarlak zorlar eti ve kaburga kemiklerini, içeride bir şeyler olur da bitmek bilmez. O sıra kamçı iner, atlar birden alanlara fırlar, bu atları bir öyküde daha görüyoruz, tansiyonun yükseldiği anlarda koşuyorlar karakterin, anlatıcının içinde. Mekânda gezinti, “ayın ezgin aydınlığı” dökülüyor yatağın üzerine, bu benzetmelerin altlığı olmadığı için havada kalıyor da anlatıcının epifanik hallerine yaslarsak dik mi duruyor, bence durmuyor, edebî atak geçiriyor anlatıcı. Havanın ayazlandığını düşünüyor, soğuk, bu soğuktan hemen çocukluğa, köye yolculuk. O zamanlarda da ak ışıklar vuruyor yere, köylüler her akşam bir seferberlik türküsünü, bir gurbet şarkısını, bir bilmem neyi taşıyorlar evlere. Dede havanın ayazladığını söylüyor da ranzasına dönüyor anlatıcı, karanlığın içinden gelen sesleri dinliyor. Mahpus mu sayıklıyor, asker mi konuşuyor uykusunda, bir kapalılık. Ay sapsarı duruyor tepede, ayva gibi. Kapkara adamlar uzakta, kumların üzerinde inliyorlar, boğazlarında ipler var, karınları üzerinde sıcak taşlar ve sırtlarında efendilerinin kırbaçları. Kamçı iniyor, anlatıcı şöyle bir kükreyip kaldırmak istiyor herkesi, gece basıyor, sabah olmuyor. Anlatıcı edebiyat paralamaktan başka ne yapıyor, ne derinliği var da sunmaya cüret ediyor, dilinden mi medet umuyor, hani eşsizliği geçtim, azıcık yeni bir yolu da göstermeyince, eh.

“Bir Işık Seli” pek sevilen bir konuyla ilgili öyküdür. Uzun bir sıçrayıştan sonra Amer’in yapıp ettiğine dikiz: baştaki italik bölümde bir filmin uğultusunun karakterin beyninde savrulduğu söylenir, Cezayir tepelerinden kopup gelen, Cezayirlilerin kendilerini savundukları filmden sahneler. Deli mi, biri var filmde, kimse sesini çıkarmazken o adam dolanıyor şehirde, ülkesinin acılarını anlattığı insanlar umursamayınca mezarlığa gidip taşlara anlatıyor derdini adam, sanki ölüleri kaldıracak da dirilere anlatacaklar derdi. Bildiriler okunacak, halk aydınlanacak, ayaklanacak, hep beraber savaşacak. Sıçrayış burada, filmi anımsayan karakterin dünyasına giriyoruz ve Amer’le karşılaşıyoruz, öykü burada ilginçliğini yitiriyor. Bildiğimiz lunatiklerden biri Amer, kentin doğal görüntülerinden biri. Cüsseli değil, uzun değil, sürekli kızgın, yüzü habire değişiyor, meyve suyu içiyor sürekli, kanlılarından korktuğu için belinde iki tabanca taşıyor ve salonu 20 TL’ye boyuyor. Kışın kahve köşelerinde uyuyor, yazın her yer yatak. Biri meyve suyu mu ısmarladı, hemen babalanıyor çünkü paraya, mala, geçici olana zerre kıymet vermiyor. Meyve suyunu da lüpletiyor ama, kaçırmaz. Hikâyeler yazmışlar onun için, dağ başında bir kamyon uçurumdan aşağı uçacakmış, şoför uyuyakalmış çünkü. Amer çıkmış ortaya, son anda frene asılan şoförü hayretler içinde bırakmış, kamyonu o tutuyormuş. Asıl adı “Ömer” bu arada adamımızın, orada “Amer” diyorlarmış. “Denildiğine göre bir aşk serüveni bu hale koymuştur onu. Sevmiştir. Ölesiye sevmiştir ama vermemişlerdir sevdiği kızı. Gün geçmiş, hiçbir şey yapamaz olmuş Amer. Gece gündüz düşünür olmuş, evini ocağını terk etmiş, dağlara düşmüştür. Gezmiş, dolaşmış, deli divaneye dönmüştür aşktan. Sonunda çatlamıştır yüreği, dayanamamış, çıldırmıştır.” (s. 17) Mecnun işi aşk, tipik, klişe. İkide sıfır.

“Mevzilerde” üç arkadaşın gece vakti bir şeyi beklemeleridir. İtalik bölüm yine, içte şahlanan bir şeyler var, durur gibi olurken birden yekinen şey. Ay da yekiniyor o ara, anlatıcı öyle söylüyor, yani bazı şeyler yekiniyor ve bazı şeyler yekinmiyor, yekinmeyenler de yekinse yekke yekke. A çok çetin yollardan geçtiklerini söylüyor, T’nin sakallarına ay vuruyor, ay pek çok öyküde pek çok şeyin üzerine şavkıyor, balkıyor, jalkıyor. S’nin içinden “isyan, şan” sözcükleri geçiyor. Doğu’nun dağlarından birinde bekliyorlar, birinin yanında silahı var, demek ki hepsinin yanında silahları var. “Kendilerini dinliyorlar. Yıldızlar ışıl ışıl parlıyor. Kandiller şavkıyor. Dağlar, yeryüzünü tutan damarlar, daha da ulu, daha da suskun ve büyük. Birbirlerinin varlığından habersiz gibi sessiz, birbirlerinin varlığıyla dopdolular. İçlerinden yağız atlar geçiyor. Atlılar. Çoğul ayaklanmalar.” (s. 20) İshaklar ötüyor, çakallar uluyor, hayvanlar âlemi hazırolda bekliyor bunları. İçlerinden biri hikâyesini düşünüyor, ailesi okumaya yollamış da makul vatandaş olmasını istemiş, oysa bizimki isyan bayrağını çekmek istermiş çünkü boyun eğmezmiş devlete, ailesi gibi uyum sağlamazmış, sünepelik etmezmiş, iyi insan olmak uğruna ölmezmiş ki iyilik neymiş, uysallık mı, boyun eğmek mi? İtalik: ne olursa olsun karşı koymak istiyorlar, kendi içlerinden başlıyorlar arınmaya, orada olmalarının gerekçelerini bulup çıkarıyorlar geçmişlerinden, hayatlarından. En son hepsi birden kalkıyor, kalkmadan önce birbirlerinin cümlelerini tamamlayarak bir olduklarını gösteriyorlar. Sahneden çıkıyorlar, öykü bitiyor.

“Âraf” tırnaklarıyla uğraşmasa belki kafayı yemeyecek bir karakterin hezeyanları, sıkışmışlığı, kedere gömülmüşlüğü. Tutunacak hiçbir dalı olmayan karakter iç monolog eksperi, konuştukça konuşuyor: neye inanıyor, neye inanmıyor, gerçek nedir, ayan nedir, pinhan nedir, nişan nedir, kendisi bir nesne midir, bir böcek midir, varlık yük müdür, taşınabilir mi, insanı ne tutar ayakta, hayatta ne tutar, soruların sonu ne zaman gelir? Kırıcı, kıyıcı bir karakter, etrafına huzur vermediği gibi huzurdan da kaçıyor. Elleri, tırnakları mesela, huzursuzluk kaynağı. Bir gün uzatmış, törpülemiş, hoşuna gidince bırakmış öyle de kir tutunca iğrenmiş. Toplu iğneyle temizledikçe artmış kiri, e ne yapsın, hemen boyamaya başlamış. Uzun tırnak, oje, pislik. Pismiş uzun tırnak, arada kir birikirmiş. İçim daraldı yeminle, el yıkama alışkanlığı mühim. Masada oturuyor, kimse konuşmuyor, çocuklar bahçede oyun oynuyorlar. Kalkıp bakıyor camdan, çocuklar oyundan başka hiçbir şeyi önemsemiyor da bizimki neden önemsiyor, onun da bir oyunu olsa da kurtulsa ya önemsemekten! Her şey kül rengi, soluk, “tek katlı toprak damlar” kaçak katı hak etse de imar affı çıkmamış herhalde, tek katta kalmış. Yemyeşil yaprakları kar vurmuş, dört mevsim değil de iki mevsim varmış orada, beyaz yeşilin üzerine binermiş. Sevgiler hemen kirlenirmiş ayrıca, karakter insanların sevgisizliğinden yakınırken kalbindekinin anlayışsızlığını da atıyor ortaya. “Siyah bir fırçayla çarpıyor, çarpıyordu tasarladığı resimdeki yüze. Görüntüsüne onun. Ne kadar da iğrençmiş meğer. Ne kadar! Caddenin sıvışık, berbat çamurunu unuttu. Her şeyi unuttu. Salt bir görüntü: Kapkara. Öfke içinden dışarılara doğru kabardı, yoğunlaştı, taştı. Pis, dedi, pis! Bir daha tükürdü yere hınçla.” (s. 29) Tırnaklarını boyuyor ki pisliği gizlesin, yere tükürüyor ki aşk acısı dinsin, karakter barzolaşmadan yaşayamıyor belli ki. Sevgi, aşk ölse hani, düşünüyor, neye sığınacak, eh, Tanrı büyük, başka bir var oluş biçimi yaratır, bir başkalığın içinde yaşamaya başlayabilir bizimki, umudu cılız, neşesi yok. “Dilim dilim ağrılar, acılar içerisindedir. Boşluklu, ateşten esriklikler içerisinde dönenip durmaktadır. Bir yandan da her yanına üşümeler yağmaktadır.” (s. 30)

Benden bu kadar. Necip Tosun’la Ömer Lekesiz arka kapakta övmüşler öyküleri, kulak asana ne diyeyim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!