Bu kadar iyi yazılmış, nitelikli, militanca öykü var mıdır, okuduğum kadarıyla yoktur. Öyküden barut kokusu yükselir mi, Yıldız’ın öykülerinden yükselir zira karakterlerin tamamı örgüt üyesidir, çatışırlar veya çatışmaya hazırlanırlar, süreçte yaşadıklarını silahların çatırtılarından kalbi çatlatan korkularına kadar görürüz. Burada Yıldız’dan bahsetmeli sanıyorum da uyarı mahiyetindeki nottan bahsetmeli, kitapta anlatılan olayların gerçek olmadığına dair. Dedikten sonra Yıldız’dan bahsetmeli mi, kurduğu edebiyat sitesiyle, yazılarıyla yeterince biliniyor sanıyorum, örgütlü mücadele geçmişi olduğunu söyleyip öykülere geçiyorum. Geçemiyorum çünkü Osman Akınhay’ın Gün Ağarmasa nam romanını hatırladım, ölüm orucunun öncesini ve sonrasını ondan iyi anlatanı bilmem, süreçte ortaya çıkan asıl sorunun kaya gibi sertleşen dışkının vücuttan atılması olduğunu öyle bir betimler ki hayrete düşer insan, Yıldız’ın karakterlerinin çatışma sırasında yediği kurşunlar, eylem sonrasında dikkat çekmeme taktikleri yine o kadar “içeriden”dir, gerçekçilikte tavandır. “Üçlü Kavşak”ın başında var sahnesi, daha silahları bile ellerinden bırakmayan karakterler S.’nin sürdüğü arabayla evlerinin civarında dolanırlar, takip eden varsa izlerini kaybettirmeye çalışırlar. Anlatıcı sakin olabileceği kadar sakindir, eylemin ardından gizlenme aşamasına geçtikleri için tedirgin bir sakinlik, nasıl ifade edilir bilemiyorum ama tam anlatım biçimine denk gelir, orta temponun karşılığıdır, yaşananla anlatım birbirini tutar yani. “En sonu izlenmediğimizi anlayınca eve dönmüştük. Oysa şimdi, daha çantaları bile yatağın üzerine fırlatıp derin bir nefes almadan sokaktaki gürültüler tuhaf bir biçimde arttı. Ya da o olağanüstü olaylar anında oluşan bir tür tensel sezgiyle bunu duyumsadık.” (s. 7) Korkulu bekleyiş artık, dışarıdaki tüm devinim baskına uğrayacaklarını düşündürür, en ufak bir hareketten bile çekindikleri için A.’yı pencerenin önünden çeker anlatıcı. Mantığını korumaya çalışır, A.’nın da kendisi gibi korkuya teslim olmadığını düşünürken aralarındaki ilişkiye dokunur, gerçek isimlerini bilmezler, aslında birbirleri hakkında hemen hiçbir şey bilmezler, sadece eylemde bir araya gelmişlerdir, muhtemelen birbirlerini bir daha görmeyecekler. Evin kime ait olduğu belli değil, bir direnişleri, mücadeleleri var bildikleri, sabit. Geçmişe biraz: A. bir yerde çalışıyor görünmek için çalışır, anlatıcıysa akşama kadar evden çıkmaz, yemek yapıp kitap okur ya da nadiren çıkar da sinemaya gider, emri beklerler o sıra. Alışkanlıklarını açıklıyor anlatıcı o sıra, eve girecekleri sıra civarda biri varsa yürümeye devam ediyorlar da dolanıp dönüyorlar, öyle giriyorlar. S. bir alt sokakta bırakıyor onları, evin yerini bilmemesi lazım. Göze batmamak için muhtelif taktikler, görev tamamlandığında dinamit lokumlarını ortadan kaldıracakları bir numara olmadığı için eve getiriyorlar çaresiz. Silahlarla birlikte tahta zeminin altına gömdükleri sıra sokakta gerçekten hareketlilik başlıyor bu kez, yeşil üniformalı tipler evlere girip çıkıyorlar, bizimkiler silahları geri çıkarıp çatışmaya hazırlanıyorlar. Böylesi gerilim azdır, ev aslında yandaki uyuz herifin evinin uzantısı olduğu için kolaylıkla fark edilecek gibi değil, pencere örtülü, yine de silahlar elde bekliyorlar. “Yeterince kurşunumuz vardı. Dinamitler… Arka duvarı uçurabilirdik belki de. Toz duman arasında, ne olduğunu anlamadan bahçelere, oradan dereye, kızıl ağaçların içine, oradan fındık ocaklarının arasına, yukarı, dağlara.” (s. 11) Yaşanacak olan şu muhtemelen, yine de umudu kesmiyorlar derken yeni bir gerilim, A. evden çıkıp gitmeyi düşünüyor, yanındaki kimliği gerçek kimliği olduğu için başına iş gelmez, hem iki kişidense bir kişinin kaybedilmesi daha iyi. En kötü senaryoda bir gün dayanır da evin yerini söylemez, o sırada anlatıcı kaçacak zamanı bulabilir. Hak veriyor anlatıcı, örtük perdeyi aralayıp polislerin kapısına vurduğu eve bakıyor. Saçları kınalı yaşlı kadın yok, günler boyunca onu izlemişti anlatıcı, polislere seslenip kadının evde olmadığını söylemek istiyor. Deli gibi gülüyor, A. da gülüyor çünkü çıkmayacak artık, birlikte ölecekler. O sıra panzerler uzaklaşıyor, polisler dağılıyor, yırtıyorlar.
“Ölüm Hoş Geldi”nin anlatıcı tercihi ilginç, muhtemelen mücadelenin sesini duyuyoruz çünkü “biz” dediği bütün üyelerin fikirlerinden ve eylemlerinden bahsederken “sen” dediği karakterin hikâyesini anlatıyor. “Kişi” diyeyim, kentin yetiştirdiği en büyük generalin adının verildiği caddeyi iyi tanıyor, yürürken yol boyunca sıralanmış burjuva mekânlarını, süslü püslü dükkânları görüyoruz. Mete’yle buluşuyor, diğer ikisi de gelince dört kişilik ekip şehrin hemen dışında keşfe gidiyorlar, saldıracakları yeri kolaçan edecekler. “Üstelik genel duruma bakarak bizim bittiğimize inanıyorlar. Gerçi küçücük kuşkuları ve tedirginlikleri var bu sessizlikten ama bunu akıllarına bile getirmek istemiyorlar, diye devam ediyor Mete.” (s. 18) Burada Yıldız’ın karakterlerine eğilme biçimini açıklamalı, bu kişiler sırf belli bir zaman aralığında yapıp ettikleriyle türetmezler kendilerini, yaşamın büyülü anlarına, inceliklerine de dokunurlar, mesela sevgilere mutlaka yer verilir, kişi annesi ve kardeşiyle geçirdiği güzel zamanlardan parıltıları yakalar veya “ayıboğan işkencesinde adı pek ünlü faşist şefinin ölmeden önce karşılaştığı tek kişinin karşısında nasıl acıyla, alevler içindeymiş gibi çığlıklarla sürünerek ayaklarına kanlı parmaklarını geçirmek istediği” anlatılır. İç içe geçmiştir yaşamla mücadele, uyuşurlar. Bizim dört çavuş taksideler, gecekonduların arasından geçip malum binayı dikizliyorlar. Keşif tamamlanınca silahlar dağıtılıyor, kişi kendisine düşen tomsonu beğenmiyor çünkü dandik aletin tutukluk yapma ihtimali yüksek. Yoldaştır yine de, aletin soğuk demirini okşarken Che’yi hatırlar kişi, Bolivya’daki cangılda yürüyen Che’yi. Hazırlar, kapıyı çalıyorlar, polis olduklarını söyleyince kapı açılıyor ve içeri dalıyorlar. Acayip. Sert. Biri haykırıyor, “kurşunun ete saplanan sessiz sesi”, barut dumanından göz gözü görmüyor, o sıra tomson tutukluk yapıyor. “Mete! Hâlâ ateş ediyor onunki, diye düşünüyorsun. Karşında, yerdeki kımıltıdan alevler çıktığını ancak görüyorsun. Midenin kurşunlarla dolmuş olduğunu anlıyorsun. Karnın yanıyor. Kalbinin karnında attığını sanıyorsun. Yere düşmeden önce ekşi ve sıcak kokuyu duyuyorsun; dışarıya fırlamış bağırsaklarını boşuna yerine sokmaya çalışıyorsun. Karanlıkta o yüzü, kardeşinin hafifçe terlemiş toparlak burnunu görüyorsun. Anne! Anne! diyorsun.” (s. 27) Muhteşem bir final, yavaş yavaş yükselip patlıyor.
Sakince bitsin, “Denizin Kocaman Derin Karnı”. Bakkalda bir genç oturuyor, başını kaldırınca kapıda gördüğü adamı tanıyor, sarılıyorlar. Asılma şakaları, hani birini assalar diğerini de asacakları için hayattalar, kimse kimsenin asılmasına yol açmamış da birbirlerini hapiste kollamışlar. Diyalogların arasına karakter tahlilleri, biraz kapalı tahlil diyelim, anayoldan odun yüklü kamyonların kara dumanlar saçarak geçmesi, dışarıyla içerinin ardışıklığı. Biri fakülteye devam ediyor, arkadaşının dediği gibi iş vermeyecekler, evet, yine de başladığı işi bitirmek, diplomayı almak lazım. O sıra müşteri geliyor, üst kattaki doktor, iyi insan, sonradan gelene göre iyi insan diye bir şey yok. Doktrin bu, iyiliği dile getirilen insanlar sırf bu yanlarıyla güvene layık olmazlar. Hayvanlaşma anıları, leş yemeklerin yanında bir dünya tahtakurusu, bit, sevgisizlik. Konuşacak pek bir şeyleri de yok artık, o dönemki yakınlıklarıyla başka hiçbir yakınlık kıyaslanamaz ama o dönemdi her şey, geçip gitti. Kalplerinin boş olduğunu, içeride geçirilen vakitten başka konuşacak bir şey olmadığını anlıyorlar. Dönecekler mi örgüte, imalar var ama belirsiz. Öylesi yaşamayı sürdürebileceklerse hayır. Fakülte işi acaba ne kadar otobiyografik, hele şu: “Kitapçıları dolaşıp durmam hiçbir şeye yaramıyor. Yürekli, bana yarayacak küçücük bir kıpırtıyı, kırıntıyı boşuna arayıp duruyorum. Bütün paramı kitaplara veriyorum yine de. Boşuna yutarcasına okuyorum. Hiçbiri beni aşacak bir şey söylemiyor. Çünkü yaşamamışlar! (Yalnızca cesur bir şair, hayatını silah yaparak…)” (s. 58)
Cevap yaz