Bedeninin belli bir yer ve zamanla uyumunu ortadan kaldıracak çok az şey var, Erwin dönüp durduğu hat boyunca yılların alışkanlığını sürdürmekten yana. Da değil, bilinçli bir tercih olmaktan çıkmış çoktan, ömürlük yolcudur Erwin. Mayıs, kuzeyde çiçekler yeni açıyor, pansiyondaki odasının penceresinden baktığında görecek. Başka bir mevsim, başka bir mekân, vedalaştığı arkadaşını sormayacak çünkü önceki görüşünde yaşamdan gitgide uzaklaştığını fark etmişti, üzüntüyü kaldıracak durumda değil. Ruhuyla değil, bedeniyle yaşadığını söylüyor yolculuk sırasında, düşünceleriyle duyguları döngüye varamıyor zira bulmaya çalıştığı adama odaklı, beden izliyor sadece. “Yolculuklara başladığım ilk zamanlar kaybolurdum, aklım karışırdı, takılır kalırdım. Bugün, bir telefonda labirentin dışındayım. Her çeşit taşra taşıtını bilirim, hangi sürücülerin Pazarları ya da tatil günleri çalıştığını, kimin bir kar fırtınasını göze almaya hazır olduğunu ve kimin umutsuzca tembel olduğunu. Kısaca, kimin dost, kimin düşman olduğunu.” (s. 8) Trenler olmasa kafasız bir memur olacak, bir çeşit salyangoz, bakkal belki, evin çivileri çakılınca tabutunda canlı canlı çürüyecek Erwin, yolda olduğu sürece yaşıyor. Yirmi yıl mı, belki daha fazladır yolda, birikimini idareli harcadığı gibi yıkık, metruk yapılardan bulup çıkardığı emanetleri Max’a satıyor da buluyor yolunu, üç yıl süren kaçakçılık kariyerinden sağladığı birikim cabası. “Rakip”lerinden biri şükranlarını sunuyor sonda, evet, o da bulduğu eserleri satarmış ama Max gibi koleksiyonculara değil de kıymet bilmeyen zenginlere, Yahudi mirasını İsrail’e taşımaya niyetlenen Max hafızayı da koruyor böylece. Avusturyalıların arasında Hitler’in işini tamamlayamamasına üzülen o kadar çok insan var ki hemen her durakta denk geliyor Erwin, kavga çıkarmamak için kendini zor tutuyor, hedefinden şaşmamak için tepki göstermeyip ayrılıyor mekândan. Appelfeld örneğine pek rastlamadığım bir çatışmaya da değiniyor Erwin’in ailesi üzerinden, adamımızın annesiyle babası komünist cephenin önde gelen figürlerinden oldukları için iyi biliniyorlar fakat Yahudilikleri üzerinden ayrımcılığa uğruyorlar. İdeolojiyle inanç arasında tuhaf bir gerilim var, tarihte bu konuyla ilgili tam olarak neler döndüğünü merak ettim. Geleceğim oraya da şuna rastladım, alıntılamadan geçmeyeyim: “Yıllar önce Stark’ın kulübesinde Jacob Kron’a rastlamıştım, babamın çocukluk arkadaşıydı. Birkaç yıldan fazla süre beraber hapis yatmışlardı. Babamın Ruthenyalılar tarafından bir kez daha oybirliğiyle sekreter olarak ve grevleri yönetmek üzere seçildiğini söyledi. Ama son anda birisi babamın Yahudi olduğunu hatırlamış ve Ruthenyalıları bir Yahudinin yönetmesinin doğru olmayacağına dikkat çekmişti. Babam inancını yitirmedi. Asla köklerine, Yahudi mahallesine geri dönmedi. Tersine Ruthenyalılara sadık kaldı, onlar adına konuşmalar yaptı ve toplu yürüyüşlerini düzenledi. Polisi atlatıyor, yoksul ve kendini adamış olarak hizmete devam ediyordu. Kron annemi de iyi tanıyordu. Onun için kalbiyle ve ruhuyla bir devrimci, devrim için öteki yoldaşların hepsinden fazlasını yapmış biri diyordu. Tabii annemin karışmış olduğu suikastı ima ediyordu.” (s. 31) Komünist cephenin dinamizmiyle sürdürülen ve ses getiren mücadeleye katılmışlar, hiçbir haksızlığa kulak asmayıp devrim için canlarını vermişler, Erwin’in ebeveyninden aldığı direnç unutulmamalı. İstasyon istasyon genişleyen hikâyeye bakalım, her 27 Mart’ta Wirblbahn’dan başlayan yolculuk belli istasyonlardaki ritüelistik eylemleri de kapsıyor, metnin bölümlenmesi için işlevsel öge. Duraklar değişebiliyor ama başlangıç noktası değişmiyor zira Almanlar treni o ücra istasyona getirip bırakmışlar, üç gün boyunca kilitli kalanlar bokları ve ölüleri arasında hayatta kalmaya çalıştıktan sonra biri kapıyı açmış da ikinci yaşamlarına kavuşmuşlar. Erwin için ne olduğu belli, yeni hayatına yolda karşılaştığı insanları doldurduğu söylenemez ama her birinden hikâyeler alıyor, savaş sırasında ne yaptıklarını öğreniyor tabii, yakınlık ve nefret doğuyor bu ilişkilerden. Önemli karakterlerden başkasına değinmeyeceğim, Bertha’ya belki. Tuhaf bir dünya, insanlar birbirlerinin akıl sağlıklarını sorgulamıyorlar gibi görünüyor, katliamın dehşetinden sonra insanı bulamayacaklarını düşünüyorlar belki. Bertha’yla nadir bir tutku doğuyor aralarında ama Erwin rotadan sapmıyor, kadın yaşamaya devam etmek istediğini söylüyor, evlenmek ve olduğu yerde dönüp durmak ona göre değil. Yıllardan sonra rastlaşırlar belki, Erwin Bertha’yı ne zaman hatırlasa içinde bir şeyin çatladığını hissediyor. Çatlağın hemen onduğunu da hissediyor, Nachtigel’i bulmak için her aşktan vazgeçebilir.
Rollman’ın hikâyesinden aileye varıyoruz, zamanında Erwin’in babasıyla birlikte örgütü ayakta tutanlardan biri Rollman, şenliklerde dans etmeyi sevdiği gibi gençleri harekete geçirmeyi de seviyor. Komünist katili General Porotzky’nin öldürülmesinde payı elbet var, Erwin’in annesi bu görevde rol almasıyla biliniyor, aslında anlatıcının o çevrede bir nevi meşhur olduğu söylenebilir. Amcası da saklandığı yerde öldürüldükten sonra Erwin yalnız kalmış iyice, Rollman’ın yaşadığı yere ne zaman gitse vakit geçiriyorlar, sonra şu oluyor: “Bir akşam herkes bir şeylerle meşguldü, herkes meydanda dans ediyor, oracıkta kuruluveren büfeden sandviç ve limonata satın alıyordu. İnsanlar birbirine ‘İyi akşamlar’ derken bir mülteci Rollman’a yaklaştı ve ‘Yahudi komünistler Yahudi gençliğini kandırdı. Onları anne babalarından çekip aldılar, pis hücrelere koydular ve sonunda Rusya’ya, aslanın tam ağzına gönderdiler. Onları affetmeyeceğiz. Onlara ne bu dünyada ne öteki dünyada af var,’ dedi. Kelimeler sanki ezberlenmiş bir metnin parçalarıymış gibi hızla çıkmıştı. Sonra, aniden, ceketinin cebinden bir tabanca çıkardı ve Rollman’ı kafasından vurdu.” (s. 24) Herkes donup kalmış, Rollman kan gölü içinde yatıyor. Takkeli Yahudi kurbanın başında dikiliyor ve komünistlerin Yahudi halkını katlettiğini söylüyor. Komünist hareketin yerel liderleri parlak gençleri büyüleyerek Sovyetler Birliği’ndeki kamplara göndermişler, anneler babalar ellerini ovuşturarak ne günah işlediklerini sorduklarında Erwin’in haham dedesi taş gibi sessiz dikilir, hiçbir cevap vermezmiş. Ne kırılmalar ama, Erwin’in babası oğlunu okula göndermiyor burjuva eğitiminden uzak durması için, bir süre sonra okula gitmesini söylermiş ama göndermezmiş, dedesinin yanına gittiği için azarladığı olmuş ama suçu eşinde bulurmuş genellikle, parçalanmış yaşamlarını suçlamalar ve direnişlerle bir arada tutmaya çalışırlarmış. Nadiren yaşanan patlamalardan biri bu Yahudi’nin yaptığı, örgütteki dışlamalar öyle vahim durumlara yol açmamış, Nazilere karşı yürütülen mücadele ağır basmış hep. Anneyle babanın ölümleri iç çatışmalar yüzünden değil, yakalandıkları için. Baba sürekli yer değiştirdiği için ortada yok, eylemleri planlayıp kaçaklara barınacakları yer ayarlıyor, ara sıra oğlunu yanına alıp komünistlerin yaşadıkları ortamlara sokuyor. Anne daha sakin, Almancayı tıpkı Komünizm’i anlatır gibi anlatmış, sevdirmiş Erwin’e, şiir okumayı çok severmiş, Heine okumaktan sıkılmazmış hiç. Babasıyla birlikte yakalandığı zaman Nachtigel’in kampında ölümü beklemek sırf. “Her fırsatta onun bir fanatik olduğunu, Ruthenyalılara katıldığını ve onları çalma ve yağmalama göreviyle Yahudi sokaklarına saldığını hatırlatıyorlardı. Babam cevap vermiyordu. Bir sabah yoklamaya geç çıktığı için Nachtigel onu vurdu. Annem terzi dükkânında çalışıyordu ve geceleri büyük risk alıp bana ekmek parçaları getiriyordu. Ona getirmemesini söyledim ama dinlemedi. Bir gece o da vuruldu, çitin yakınında.” (s. 98) Uruguay’a kaçmış, uzun bir süre orada yaşamış, nihayet dönmüş ülkesine Nachtigel, parayla tuttuğu adamlardan öğreniyor Erwin, planını uygulamaya koyup bastonlu adama yaklaşıyor. Müthiş bir karşılaşma, Rothmann’ın metinlerindeki kadar sağlam bir gerilim.
Appelfeld pek bilinmiyor gibi geliyor bana, çağdaşlarının benzer konularla ördükleri romanları kadar, en az onlar kadar başarılı romanları var oysa. Okuyalım, okutturalım. Evet.
Cevap yaz