Afşar Timuçin – Denizli Pencere

Odanın tek penceresinden denizin yarısı görünüyor, diğer yarısı ancak pencereden eğilirlerse görünüyor. O seviyor eğilmeyi, anlatıcı da seviyor ama eğilmekle yetinmek istemiyor, diğeri üzülüyor çünkü, denizlerin en güzelinin yarısının pencereden görünmesiyle iftihar etse de üzüleceği şeydir yarım bir deniz. “Yarım deniz bizim içimiz dışımız olmuştu. Öylesine alışılmış bir yarım denizdi ki bu, denizin bir yarısı daha var diyebilmek için yalan söylememiz gerekiyordu.” (s. 7) Her şeyin yalandan yapıldığı bir odadalar zaten, eski sevgiliden kalma mektuplar, biblolar, kitaplar, bir gerçek yarım deniz. Lağım kokusunu, rüzgârı getirir bir deniz, pencerenin önünde uzanırken o konuşuyor, Yakup Cemil’den, Türkiye ile Macaristan arasındaki güreş müsabakasından, bir şeylerden bahsediyor derken bir mühendis çıkıyor meydana, pencerenin önüne koca bir ev dikmek için toprağı kazdırmaya başlıyor. Çirkin bir ev için güzel denizin katli, ev yarım olsa da denizi kapamasa! Belediye başkanına mektup döşüyorlar, Avrupa’da estetik cerrahi eğitimi almış bir başkana yakışır mı o eve onay vermek, nerede kaldı estetlik, mimardan mamura geçiş bu kadar kolay, hendeseden mühendise yol bu kadar çakıl olmamalı, öyle! Başkandan cevap geliyor, devir beton, medeniyet devri, dikin ağalar, siz de susun ve çeyrek mi artık, ne kadar kaldıysa, o kadarlık denizinizle mesut olun. Tamam, o kabul ediyor ama ne yapacak denizsiz, anlatıcının başının etini yiyor da anlatıcı bodrum katta yaşadığını haykırmamak için zor tutuyor kendini, onda bir denizi bile yok. Cabası da mühendisi odada bulması akşamın başı, onunla mühendis mutlular, denize ne hacet. Bir eksik artık anlatıcı, sokağa çıkınca o mavinin yanına gidiyor, yüzünü mavi suyla sıkıyor. “Denizli Pencere”. Geniş, ferah öykü, boşluklar okura kalmış. Ben doldurmadım, öykünün boyutunda zaten tamdım.

Akşam karanlığı basmış, yağmur zümrüde çevirmiş sokakları, üşüyen yakasını kaldırsın. Anlatıcı kuşkular içinde, nerede olduğuyla birlikte içi her an değişiyor, Mahmutpaşa’daki manifaturacı Hilmi Bey önünden geçmiyor ama kim bilir, aklından geçiyor, kâfi. Tanıdık yüz yok, deniz kentin köşelerine biraz geç varıyor, orada olduğu kesin. Şu an dünyanın en güzel cümlesi: “(Evler, ötenizde bir deniz umudu kaldı mı?)” (s. 11) Anadolu kentinde olmadığını biliyor anlatıcı, kaymakamın ortanca kardeşiyle edebiyat öğretmenini almış da gezmişler kezlerce, günleri öldürmekten pek yaşatmak için, başarasıya. Geride kalmış bunlar, sokağın epiloğu adın yazdığı tabela mıdır? Anlatıcının başladığı yerdeyiz, müzik -hikâye, anlatı, ses- serbest ölçüyle, atonal. Sokakta bir tanıdığa rastlamadan önce ağızlığını kaybettiğini fark ediyor anlatıcı, aranıyor. Denk geldiği şarapçı boş durmuyor, soruşturuyor etraftakilere, Kocamustafapaşa şaşkın. Mekân belli mi artık, ancak şapşallar emindir. Şarapçının tiradını kiminkine benzettim, Ferhan Şensoy’un karakterlerinden biri bu konuşan, biraz uzunca: “‘Sırayla adını, soyadını, biliyorsan baba adını, kafadan atarak doğum yerini ve yılını, ananın neden seni piç doğurduğunu, aşk mı, para mı, şehvet mi yüzünden dünyaya geldiğini, esrara nerede, ne zaman, hangi şartlar altında, hangi itoğluitle birlikte alıştığını, işbu evrakın tanzimine sebep evrakın nerede, ne zaman ve seni ömründe görmemiş hangi tanık önünde imzalandığını, hırsızlığın nerede vuku bulduğunu, çalanın farûk ve mümeyyiz olup olmadığını, avukatın karşı taraftan da bin lira aldığını, altın kaplama ağızlığın gönül rızasıyla mı yoksa zorla mı tarafına hediye edildiğini sen bu kağıda yaz. Babanın adını bilmiyorsan Yanya eşrafından Kerimzade Recep diye doldur. İşin yoksa işsiz diye yaz, Almanya’ya gidecek de. Sen bunları yazarken ben gidip tütüncüden iki kuruşluk damga, iki kuruşluk tayyare, elli kuruşluk mecburi Kızılay, elli kuruşluk hatıra, elli kuruşluk posta ve postacıyı beş on kuruş görerek ayrıca beş liralık hatıra pulu daha alıp geleyim. Yoksa canım kardeşim, adamı sürüm sürüm süründürürler.’” (s. 14) Anlatıcı beş lira verip şarap almaya yollar şarapçıyı, o sıra arazi olur. Ağızlık hâlâ kayıp. “Bir Ağızlıktan Ne Çıkar”.

Ağustos sıcağında geçen öykü okura işkencedir, çektim. Anlatıcı beş beter: telefonun başında çaresiz bekliyor, üç aydan üç aya gördüğü Aysel’den telefon bekliyor, birlikte ceketin astarını yeniletecekler. Anlatıcı hayatının anlamını görecek, yengesinin kakmaya çalıştığı topal yeğenle evlenmemek için elinde hemen hiçbir şey yokken Aysel çıkagelsin için sıcağa razı. Birileri evleniyor o sıra, çirkin arkadaşı bile Suadiye’nin en güzel kızlarından birini almış ama anlatıcının annesine göre normal, eczacılığı bitirir bitirmez dükkânını açmış çocuk, kooperatife girip yazlığını almış, elbet evlenir. Bizimki şiir yazıyor, annesi arkadaşlarına oğlunun uğraşından bahsedince gülmüşler, can acısı keskin. Baba rakının yanında meze istemiyormuş, kaç yazar, üç kuruş bırakmadan göçüp gitmiş, ölünün arkasından kötü konuşmuyorlar da babası gibi olmasın çocuk, edebiyat fakültesiyse ne, bitirsin, işi gücü olsun. Aysel bekliyor bir yerlerde, asıl bizimki bekliyor bütün bunaltısıyla. “Bir Yalnızlık Hikâyesi”.

İki sıradanlık: “Babadan Kalma” diyalog ağırlıklı, babasından beş kuruş kalmayan anlatıcıyla anlatıcıyı kandırırsa milyonlara oturacağını düşünen İbrahim’in öyküsü. Yoğurt veya yağ, bir yerden alsalar, dükkân açsalar işleri iş, İbrahim sıkıştırıp durduğunda hayallere ortak oluyor anlatıcı. Ne ki öyle bir para yok, varlık yok, İbrahim anlayana kadar on küçüğü deviriyorlar, on birincide sırf sohbet. Silivri’den aldığı yoğurtların parasını bulamayan İbrahim kaç zaman sonra karşısına çıkıyor anlatıcının, demek ki vurmamışlar. Seyyar satıcı İbrahim, yine para soruyor. O sefer olsaydı keşke. “Emeklilik Meslektir” daha sıkıcı, adamımız emekli olunca boş zamanı nerede bozdursun, ailesine salça olup paparayı yiyor bol bol. Bahçeyle uğraşmaya başlayınca doktor damadından yardım bekliyor, kızından başka bir şey, yumurtayı az pişiren eşine şöyle bir çıkışacak oluyor da şamar yemişten betere dönüyor. Emeklilikte sevgiye takılanlar. Bir olağanüstülük sonra: “Bardaktan Boşanırcasına”, Timuçin’in istediği yöne açtığı nesnenin yerini bu kez yağmur alıyor. Bir şeyin olmasından, yağmurun yağmasından önce çıkıp yürümeyi seviyor anlatıcı, yağmuru beklerken neyi beklediğini anlamaya çalışıyor. Arkadaşından bir mektup mu geldi, o değil, sevdiğinden haber mi yok, o hiç değil çünkü kadınların dizildiği sokakta Gülsüm var, yağmurdan daha ıslaktır, anlatıcıya kancadır. Kocasını bırakıp kaçan kadınlar varmış, anneler demediğini bırakmazmış onlara, anlatıcı için yağmurda eriyip giden bir kötülük. Sevda yoksa aynı masaya oturmak zül, neden çeksinler iki ucundan yarayı? O sokakta unutulur bunlar, yağmur henüz başlamamıştır, Gülsüm altın dişli, künyeli, zincirli bir adam bulup evden ayrılana kadar başlamayacaktır, sonrası tufan. “Bulutlar yağmura hazırlanırken evden çıkar, sağda solda dolaşır, bilmediğim bir şeyi arardım. Bugün de ararım onu, ne olduğunu bilmeden. Bulduğum odur, bulununca o olmaktan çıkar, gene aradığım olur.” (s. 34) Bulunca bilmiyor, bulmazsa biliyor işte, Gülsüm’ün gitmesiyle yağmurun başlaması bundan.

“Kendim Yazıyorum Kendim Okuyorum” tatlı acı, kasaba şairinin kaderi basbayağı. Cebinde şiirlerle kahveye gelir Selahattin, peşkir satacağına şiir satmasını, daha çok yazmasını isterler. Kabarır şair, kenarda köşede fışır fışır bir şeyler yazmaya başlar. Güç bela getirtirler kendi masalarına, okumasını isterler. Okumaz. Okumasını isterler. Okur. Gırgır geçmek bedava, içinden değil de dışından geçene şamar iskontolu, ikincisi bedava. Ne iş geliyor başına Selahattin’in, okuyan bilsin de sahafa gider mi okur, sahafın kıymetini bilir mi, güncelin çamuruna mı bulanmıştır artık, orasını bilen bilsin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!