Adnan Binyazar – Sözün Onuru

Köy enstitüsü mezunudur Binyazar, sonradan üniversiteyi de bitirmiş, Kültür Bakanlığı dahil pek çok kurumda önemli görevler üstlenmiştir. İşin ilginç kısmını denemelerinde her cepheden anlatır: Binyazar yokluğun cenderesinden zar zor kurtulmuş, umutsuzluğa karşı muazzam bir direnç göstererek edinmiştir ne edindiyse. Mesela sanat sevgisi, mesela topyekun yaşam. İki deneme var ki öylesine rastlamak zordur zira darmaduman eder okuru, dedim de Binyazar’ın edebiyat yazılarıyla başlayacaktım, vazgeçtim, izlenimci değerlendirmelerine sonda değineyim. “Sofra Kültürüm” nedir, Binyazar yemeye içmeye ilişkin bir kültürünün olmadığını söyleyerek başlar, on altı yaşına kadar ne bulduysa onu yediğini belirtir, Masalını Yitiren Dev‘de bulunabilir hikâyesi. İlk paragraftan sonra olmayan kültürden sahneler geliyor, yıl 1940, yer Elazığ, çocuk altı yaşında. “Babamın bizi terk edip gittiği günlerin birinde, mahallemizin az uzağındaki bir çöplükte bulduğum bir diş macunu tüpünün içinde yenecek bir şey olduğunu sanıp onunla karnımı doyurmaya kalkmıştım.” (s. 251) Her kustuğunda o macunun kokusunu duyacaktır Binyazar, şu da ikinci vaka, 1942’den İstanbul manzarası dahil: “Çöplükler, açların umut gömüsüdür; şimdi Hilton’un bulunduğu yere düşen bir çöplükte çikolata bulunca dünyalar benim olmuştu. Çikolatayı ağzıma sokarken aldığım koku midemi bulandırdı. O güne değin, belki ilk kez, ‘Boş ver, koksun, karın doyurur ya,’ demeyip elimden attığım yiyecek o çikolata olmuştu…” (s. 252) Yaşamdan manzaralar basbayağı, 1948’de aşçı yamaklığı, neredeyse kölelik, aynı yıl ilkokula başlayan Binyazar on dört yaşında! Okumayı küçükken dayısının yardımıyla sökmüş, o yaşa kadar dört işlemi de öğrenmiştir, üçüncü sınıftan başladığı ilkokulu iki yılda bitirir, o sıra eline geçen Kibarlık Budalası‘nda gördüğü yemek sahnesini anlamlandırmaya çalışır. Enstitüde kuru fasulye pilav, yanına hoşaf, cennet sofrası öyle olur da hoşaftaki iyice şişmiş kurtları gördüğü zaman yine yememeyi tercih eder Binyazar, aşurede her şey birbirine karıştığı için kurtları gözetmez. Arkadaşlarından biri yemekhanede tabağındaki lokmasını kapıp atar ağzına, Binyazar tabiri gerçek kılarak ensesine vurur arkadaşının, ağzından fırlayan lokmayı kapıp kendi ağzına atar. Öyledir, doymak için hakkını yedirmemesi gerektiğini o yaşlarda anlar. Sonraları büyükelçiliklerde, bilmem hangi masalarda ne yemekler yemiştir de eşinin elinin kokusu eksik kalınca bir tür açlık çekmeye başlamıştır yine. Dağlarca’ya şiir yazdırmıştır bu sevgi, sohbetleri sırasında eşinin ardından tuttuğu yası anlatan Binyazar tey nereden, Berlin’den mektup alır bir hafta sonra, Alpay Kabacalı göndermiştir, o gün masaya birlikte oturduğu arkadaşından. Ekte Dağlarca’nın şiiri vardır, “Senin şiirini yazacağım!” deyip sözünde durmuştur şair. Şairin sözü nedir, şiir. “Hayatımın Trenleri” yine özyaşamöyküsü, “bellekte bir yıldız kayması”. 1939’da Sivas’a gidecek baba, bir davayı izleyecek, Diyarbakır’da o zamanlar faytonla gidiliyor gara da yolculanıyor insanlar. Uzaktan düdük sesi, Binyazar’ın o güne dek görmediği canavar geliyor, çocuk aklı anlamıyor yaklaşan makinenin kudretini. Vedadır, baba gitmiştir ve geride kalanlar onmayacaktır bir daha, eve dönmek için parası fayton tutmaya yetmeyen annenin gözyaşları dinmeyecek, bükük boynu dikelmeyecektir. İyi midir, baba içtiği zaman eşini dövmektedir sürekli, o anlara şahit olmamak açlığa değer mi bilinmez. Kirada oturuyorlar, elde para yok, anne çocuklarını aldığı gibi Elazığ’daki baba evine götürüyor. Nene tek keçisinin sütünden yoğurt yapıyor, yaz aylarında bağ bahçelerden meyve geliyor, et yiyemeseler de aç kalmıyorlar. “Kendi kendime, ‘Baba, baba…’ diye sızlandığımı duyan nenem, ‘Neyini özlüyorsun o babanın, adını anma şu Moskof keşişinin; sizi sokağın ortasında it gibi azıttı, ortadan kayboldu, öyle babayı ne yapacaksın!’ diye beni azarlıyordu.” (s. 264) İki yıl sonra babadan mektup gelir, çocukları İstanbul’a çağıran baba eşine hiçbir şey yazmamıştır. İstikamet İstanbul, çocukların ayağında takunyalar, sırtlarında bezden entariler, berber parası bulamadıkları için saçlar upuzun, zaten tren biletini de borç harç alabilmişler. Trene ilk kez biniyor Binyazar, ileriye bakınca babasını, geriye bakınca annesini görüyor, Haydarpaşa’da trenden indiğinde hayatının akışına şaşıyor. Yeni annesi ve kardeşleri uyumlu mu bilinmez, babanın yediği haltlar bitmiyor, çocukları İstanbul’da sokağın ortasında bırakıp zorla çalıştırması ne korkunç. Beşiktaş ve Kocamustafapaşa pazarlarında hamallık, aşçı dükkânında çıraklık, dayanılacak gibi değil, Binyazar gara gidip kaçak biniyor trene. O zamanlar, kimde rastlamıştım, birinin öyküsünde geçiyordu, Burhan Günel’inkilerden birinde miydi acaba, kaçaklar için istasyonlarda yardımlaşma sandıkları kurulmuş, kondüktör bizimkini yakaladığında İzmit’teki bir beyefendiyi bulmasını istiyor, bileti ondan alabilir. İstanbul’dan Elazığ’a yirmi altı günde zar zor gidiyor Binyazar, annesine kavuşuyor. Bir başka tren, yıl 1950, Dicle Köy Enstitüsü’ne. 1958, Gazi Eğitim Enstitüsü. Bu yolculukta çok tatlı bir kızla tanışıyor Binyazar, üstü başı döküldüğü için cesaret edip hamle edemiyor ama kız tekrar görüşmek istediğini söyleyince havalara uçuyor. Nasıl olacak, sonradan düşününce işin içinden çıkamıyor, çulsuza ne kadar dayanabilecek kız? Adrese gitmiyor, telefon etmiyor, gerçekleşmemiş bir düş olarak kalıyor aşk. O zamanların Diyarbakır’ı nasıl, Halkevi’nde türlü etkinlikler düzenleniyor, edebiyat dergileriyle dolu kütüphaneler kültür merkezleri gibi çalışıyor. İktidar değiştiği zaman onca derginin, kitabın pencerelerden sokaklara atıldığını görüp kahroluyor Binyazar, parçalanmayan birkaç kitabı gizlice cebine atıp kurtarıyor. 2003’te, elli yedi yıl sonra Diyarbakır’a döndüğünde çocukluğunun mekânlarını arıyor, doğduğu evi, hayatı. Bulamıyor, Zurro yok, Möho yok, insanlarla birlikte şehir de kayıp.

Edebî yazılar, eh, anılardan sonra yavan gelecektir. Sait Faik’in öykülerine dair incelemelerde doğanın sesi aranıp bulunur, balıkçıların eylemlerinden anlatıcının tansiyon ayarları çıkarılır, bir de Sait Faik okumadan iyi bir şey yazılamayacağı söylenir. Eminim çok önemlidir Binyazar için Sait Faik, pek çok yazıda yer almasından belli de bu X’i okumadan iyi bir şey yazılamayacağı savı çok su götürür. Girmeyeceğim, sadece Binyazar’ın beslendiği soy kaynaktır diyeceğim Sait Faik için. Borges’le Emin Özdemir’in yan yana konduğu yazı aşırı yorum, aşırı niyet içeriyor, sırf emekten varılan ortaklık iki yazarın ortaklığından bambaşkadır da Binyazar öyle istemiştir, kaç yıllık dostunu Borges’le yan yana koymasını yadırgamamalı. Öyküyle ilgili başlı başına bir bölüm var, bir dolu da yazı. “Öykünün en önemli aşaması; belki yıllarca, aylarca düşündüğü ya da hemen o anda aklına gelen ilk cümleyi yazmasıdır. İlk cümle, öykünün besmelesidir. Yazana güven veren, okuru bir anda alıp götüren ilk cümledir. İlk cümle, yazılması tasarlananı beynin mahzenlerinden alıp gözün art odalarına indirir.” (s. 158) Öykünün özünde üslup vardır, kendi deyişini, sesini geliştiremeyen, dahası her öykünün kendi sesiyle geldiğini duyamayan yazar yavanlıktan kurtulamayacaktır Binyazar’a göre. Aşırı şiirselliği, duygululuğu anlatıya virüs bulaşması olarak tarif eder Binyazar, ben yerine göre “edebî atak” diyorum, bazen bir anda fırlıyor öykü, insanın kafasına düşüyor misal. Diğer yanda tekdüze yazanlar var, onlarınki de öykü değil. Düzayak anlatı belki. Son olarak övgüyü alıntılayayım, Binyazar’a denk gelenin gözünden öpeyim: “Öykücüler birbirlerinin geliştiricisidir. Her öykücüde, yosun tutmuş akyalar gibi, yosunun her katmanında önceki öykücünün rengi, kokusu hissedilir. Romancılar, hele de şairler arasında ne çekemezlikler vardır da, tanıdığım öykücüler arasında o tür sataşmalarla hiç karşılaşmadım.” (s. 165)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!