Bakınız, Gün Benderli’ye Allah uzun ömürler vermeli. Günah oluyor mu böyle deyince? Doksan iki yaşında Benderli, hâlâ çeviriyor, tuhaf bir edebi kafaya sahip Macar yazarları dilimize kazandırıyor, bizim için çok faydalı bir meşgale. Bu memleketin yazarlarında bir şey var, herhangi bir büyüye, efsuna, tılsıma, ne zımbırtıysa ona başvurmadan dan dun bir gerçeklik kuruyorlar kurmacada, boşluklar o dan dunla doluyor, dan sesse dun da tahayyül gücü olsun, boşlukları doldurup safları sıklaştırmak okura düşüyor ki okura iş düşüren yazarın da ellerini öpmeli. Ses ne ola, anlatıcının anlattığını okuyoruz ve dinliyoruz, bunları yaparken olup biteni gözümüzde canlandırıyoruz, aslında beyaza yakın bir zemin üzerinde siyah biçimleri takip ediyoruz da farkında değiliz, sesi duyuyoruz ama onun da farkında değiliz, sonuçta öykü bitiyor ama bitmiyor, mutlaka devam ediyor, ses sonsuza kırılıyor, her birini yaratıyoruz, Bodor’un verdiğinden fazlasını çıkarıyoruz bazen, karakterlere bir son biçiyoruz, anlatıcının bıraktığı yerden alıp sürdürüyoruz şarkıyı. Bodor hep yarıda bırakıyor ama bıraktığı yer öykünün sonu. Tek bir ânın uzantısından ibaretmiş gibi görünen örgünün saçakları nerelere gider, tam burada zihin örüntünün tamamlanmasını istiyor işte. “Berber”e bakalım, Boros bir sonraki müşterisini sandalyeye oturtur, dürülü örtüyü açıp müşterisinin omuzlarına serer. Müşterinin kocaman, kırmızı bir kafası vardır, sesi toktur, sırtı pektir, müşteri gibi müşteridir yani. Boros uzatılan dergiyi müşterisine verir, sıfır numara makineyi eline alır ve kafanın tam ortasından, ense kökünden başlayıp alna kadar bembeyaz bir çizgi çeker. Durur öyle, müşteri haykırır, Boros bir koltuğa oturur. Sorumlu kişi gelir, saçı nasıl düzelteceklerini düşünür ve Boros’a sonra hesaplaşacaklarını söyler. En iyi berberidir Boros, neden öyle saçma sapan bir şey yapmıştır? Ne yaptığının farkındadır üstelik, sonuna kadar gideceğini “bildiğini” söyler. Sorumlu garipliğin farkındadır, Boros’la sakince konuşmak istediğini söyler ama duramaz orada Boros, çıkıp gider. Okur sezgisi diyeceğim, bu sabah trende okudum bu öyküyü, bitirince dönüp baştan okudum. Öykünün o kadar olduğu daha kuvvetli bir sezgiydi, yine de kaçırdığım bir şey var mı diye baktım. Müşteriye verilen dergi Boros’un dergisi, bu bilgi işe yaramaz. Boros adamı tanımıyor, aynada bakışmıyorlar, neden sıfır numara makineyi aldığını bilmiyor Boros, bunlar da ıska. Sonuna kadar gitti hani, şu restorasyon harikasında İsa’nın yüzünü acayip bir şeye çeviren restoratörle aynı rahatsızlıktan mustarip olabilir mi? Bir yanlış o kadar güzel yapılır ki yarıda bırakılmaz, sonuç heyecanla beklenir ve mahvedilen daha da mahvedilir. “Boros susuyordu. İçinden geçenleri anlamak mümkün değildi, bakışları her zamanki gibiydi.” (s. 13) Mahvetmenin keyfi de yok, Boros’ta hiçbir şey yok. Delirtici, bir şey olması gerekmediğini düşününce normal. Mutlaka bir sonuç, çıkarım gerekmez, eylemlerin art alanındaki karanlığı sezdirmek de yeter bir öyküye. “Film Karesi Gibi” aynı tarifeden, garson biftekle salatayı müşterinin masasına götürürken duraksar, ete bakar. Dikkat çeker nihayetinde, iş arkadaşlarından biri ete neden baktığını sorar, sebebi yoktur. Az sonra müşteri çağırır, ette bir şey olup olmadığını sorar, yoksa neden bakmıştır? Müşteriyi temin eder garson, hiçbir sorun yoktur, afiyetle yiyebilirdir ama zaman geçer, bakarlar ki yemeğe dokunulmamış. Biraz daha zaman geçer, müşteri yemeğini yedikten sonra garsona adını sorar. Adla birlikte karanlık alan biraz aydınlanır, Dunyha o restoranda çalışan üçüncü Dunyha’dır, babasıyla dedesi de orada çalışmış, aynı günleri çoğaltmışlardır. Bizim Dunyha da otuz yıldır orada çalışmaktadır, duraksaması otuz yılda, hatta dedeyi de düşünürsek doksan yılda tek bir kez görülmüştür, özel bir andır o, bu yüzden hikâyeleşmiştir. “Servis sırasında duraklayarak müşteride yemeğe karşı şüphe uyandırmak ve simasının diğer müşteriler tarafından bellenmesine neden olmak bu meslekte alışılmış bir şey değildir. Ama anlaşılan karşı gelinemeyecek bir istek duyduğu için böyle yapmıştı ya da eti düşüreceğini, birden fırlayıp atacağını sanıp korkmuştu, yahut şimdi eti ısırıversem diye aklından geçmişti. Belki bunların hiçbiri olmamıştı da bambaşka bir şey gelmişti aklına.” (s. 23) “Şoförümüzün Kötü Günü” Bodor’un imzası, diğer tüm öykülerde görülen gedik bu öyküde de var. Anlatıcı otel çalışanı, şoför arkadaşını hiç o kadar tuhaf bulmamış o güne dek. Şoför geliyor, çıkışı yeni yapılan bir odayı tutmak istediğini söylüyor. Mümkün değil, otelin böyle bir uygulaması yok ama dinlemiyor şoför, çıkıp odada takılıyor. Diğer çalışanlarla anlatıcı kendi aralarında konuşuyorlar, amirler duyarsa şoföre ne olacağı merak konusu. Karakterlerin şaşkın gözlerle birbirlerine bakmaları, ne yapacaklarını sormaları müthiş matrak, mevzu ne kadar ciddi olursa olsun Bodor bir yere sıkıştırıyor komediyi. Ne oluyor, mesai saati bitince yakın arkadaşıyla birlikte otelden çıkıyor anlatıcı, arabaya binip azıcık takılmaya gidiyorlar ve yol boyu şoförün halini düşünüyorlar, amir öğrendikten sonra işi zor. Gerisi saçakları takip, okur nasıl bitirmek isterse.
“Bir Geçit Nasıldır” bazı şeylerin neden şey olduklarının anlatılmadığı, anlatmamanın zirve yaptığı öykülerden biri. Karakterlerden önce mekanın inşası hemen, iki havzayı birbirine bağlayan geçidin yakınında bir otobüs durağı var, çiçekler, ağaçlar, doğa. Durağa yakın bir direğin dibinde gençten bir kız oturuyor, basit bir önlük ve çorapsız ayaklarında ucuz ayakkabılar. Yoldan geçen bir yük kamyonu durur, kızı gideceği yere bırakabileceklerini söyler şoför. Kız istemez, aynı şekilde başka bir aracı da reddeder. Teklif edilen hiçbir şeyi kabul etmez, sadece yürür. Biraz şehirliye biraz da köylüye benzer kız, saçları öyle veya böyledir, belli başlı özellikleri tabii ki vardır ama Bodor’un bunları sayıp dökmesinin sebebi okuru atıl hale getirmek, son paragrafa kadar. “Gün boyu beklediği sanki altı buçuk otobüsüydü. Ama belki başka bir şey bekliyordu, belki boşuna bekledi. Ama kim bilir belki de sadece bu geçidin nasıl bir yer olduğunu merak etmişti.” (s. 44) Her şeyi bilmek zorundaymışım gibi hissettiğim zamanlarda, mesela on yıl önce bu öyküyü okusaydım hiç sevmezdim belki, şimdi çok hoşuma gitti. Kızın neden orada olduğunu ve diğer şeyleri bilmek zorunda değiliz, kurmacanın bu biçiminde pek de ihtiyaç yok buna sanki. İnsanlar hemen her şeyi bir veya birkaç sebepten yaparlar, bunu bilmek yeterli. “Akşam Vakti Limanda” söz konusuysa yeterli olmayabilir, keyifle isyan edecek noktaya geldim bu öyküyle. “Doktor X” diyelim, adına bakarsak hekim veya bilim doktoru olabilir, önemsiz. Doktor akşam vakti liman çevresinde dolanır, Çin malı taze fasulye konservelerinden yükselen kokuyu içine çeker. Takılır sokaklarda, birtakım duyarlılıklarını dile getirir, mesela çatlak duvarlar, yemek yemenin ne kadar süper bir şey olduğu, bir çiviyi dişle çıkarıp çıkaramayacağı. Dolaşırken iki adam yaklaşır doktora, kollarından tuttukları gibi denize atarlar. Yine aynı malumat, çıldırırsın: “Ne olup bittiği ya o şapkacı mağazasındadır ya da ebedi bir sır olarak kalmak üzere güvenli bir yerde, denizin dibinde, konserve kutularında saklıdır.” (s. 67)
Bittiğine üzüleceğimiz, bitmediğine sevineceğimiz öyküler bunlar, iki duygu iç içe geçiyor çoğu zaman. Othello’ya sonsuz teşekkür Gün Benderli’ye de.
Cevap yaz