Abdullah Harmancı – Yerlere Göklere

“Manzara Resmi”: Kadın bir tablo alır, evine asar. Duvardan sarkan tel de kapanır böylece, kadın uzun iş seyahatinden dönmek üzere olan eşinden iki kat takdir görecektir, sevinçlidir. Adam döner, üzerinde kaplan yavrularının boğuştuğu pijamasını giyer, kanepeye uzanır. Teftiş ayları boyunca öğretmenevlerinde kalmıştır, evine döndüğü için mutludur. Teftiş ve öğretmenevi bir yere bağlanmayacak. Eşinin tabloya kaç para harcadığını düşünüp sinirlenir, üstelik duvara asılacak şeyler konusunda kendi fikri de alınmamıştır, küçük bir tartışma çıkarma kararıyla uyur. Rüyasında manzara resmi görür bir tane, malum resim, kayda değer bir dil, hikâye olmadığı için geçiyorum burayı. Ha, “henüz”le biten ardışık birkaç cümle, neden her gerçekte ve her rüyada dedelerin abdest aldığına, ninelerin suskun durduğuna, çocukların bilmem ne halt ettiklerine dair aynılık şikayeti. Kadın eve geliyor, eşinin eşyaları var da kendi yok. Ağlamalar sızlamalar, aylar sonra tabloyu alıp camdan aşağı atıyor kadın, atmadan önce tablodaki adamı da fark ediyor ama adamdır, olur öyle, eşi değildir ya, evden yallah. Fikir öyküsü yani, araları kalmamış bir erkekle kadının bitmeye yüz tutan ilişkisi, tabloya girip ortadan kaybolmaca, bitti. Anlaşamayan çiftin derdi tasası bir izlek olarak ilk bu öyküde ortaya çıkıyor, sonraki öykülerde çatışma biçimlerine denk geleceğiz. Fikir öykülerine zaten denk geleceğiz, kitaptaki öykülerin konsepti.

“Karşılaşma”: bir insanın yaşadığı her şeyi yaşamak isteyen karakter gerçekten de yaşar, öyle bir yaşar ki yaşamadığı hemen hiçbir şey kalmamıştır, ona kalsa hiçbir şey kalmamıştır. O gün çocukla karşılaşmadan önce futbolculuğu merak edip futbolcu olmuş, amatör takımlardan hınca hınç dolu stadyumlara zıplamış, iyi bir futbolcu ne yaşarsa yaşamıştır. Kötü bir futbolcu ne yaşarsa yaşamamıştır, bu durumda futbolculuğu tam anlamıyla yaşadığı söylenemez, sadece tek tip bir futbolculuğu deneyimlemiştir. Aktör olmuştur sonra, onca insanın önünde oynamak tecrübedir, bir markette hayranlarla karşılaşmak, “göçmenlere karşı nefret besleyen ırkçı gençlerin başlarına gelen felaketleri anlatan film”de -kıps- oynamak tecrübedir. O çocuk işte, Zeynep, adamın her şeyi yaşadığını öğrenince kendisinin hiçbir şey yaşamadığını, okula verilmediğini, dağlara bakmaktan başka işi olmadığını söyler. Karakter dertlenir, hiçbir şey yaşamamanın nasıl bir şey olduğunu anlayamadığı için hiçbir şey yaşamadığı zamanlara, evine dönmeyi diler. “Küçük bir mescide girip namaz kıldı. Dua etti. Kurtuluş, dedi, Allahım, kurtuluş mümkün mü? ‘Bu sefalete aldırmayarak. Bu yalnızlığa tahammül ederek. Bu sıradanlığa katlanarak yaşamalısın!’ denildi ona. ‘Bekle, bekleyenler için kurtuluş yakındır.’ Kendisine denileni yaptı. Çalışma odasının yalnızlığında Allah’ı ve sessizliği düşündü. Yaşadığı onca şeyi. O uzun serüveni.” (s. 22) Sonra evrim geçirir bizimki, hayatı her şeyiyle yaşamak, hayatın içinde kaybolmak ister, kapısına gelip konuyla alakalı malumat isteyen gence sessizlikle mukabele eder çünkü hayata dair en gerçek bilgi, insandan edinilecek görgü sessizliktir, hayat konuşacaktır zaten. Peki. Düşünüyorum, ben inansaydım Allah’ın sessiz olmasını isterdim sanıyorum, Şeytan da sessiz olmalı, insan bodoslamadan girip neyin ne olduğunu anlamalı. Birilerinin yukarıdan falan filan yapması dengeyi bozardı herhalde, çağın bilgisiyle tıka basa dolu olmayı geçtim, erişemeyeceğim bir yerden sinyal geliyor. Kafayı yersin. Kısacası, gerçi o kısmı da anlamıyorum ama bu göklerle konuşmada falan epifanik bir dalga mı vuruyor inançlı okurun aklına, bir şey mi oluyor da kurguyu ortasından deşmesine müsaade ediliyor bunun, yani Allah rızası için kurgu kurban mı gidiyor vahye, neler oluyor. Akışta inançla ilgili herhangi bir müdahale dank diye kafaya düşüyor çünkü, önceki öyküde dedelerin, ninelerin bilmem neleri, geleneğin falan pörtlemesi de öyle.

“Dünyaya Bir Daha”: Adam karısına dünyaya bir daha gelmiş olsaydı adının ne olmasını istediğini, soyadını değiştirmek isteyip istemediğini soruyor, bir dünya soru sıralıyor sonra. Eşinin cevaplarına bakalım: adı “Deniz” olacak, soyadı beklenmedik, çok yeni(?) bir kelime olacak, mesela Deniz Özçekim? Müslüman olacak mutlaka, Napoli veya Safranbolu’da yaşayacak, dünyada hiç suç olmayacak, kola ve sigara içmemeye devam edecek kadın, kocası elbette, aksi düşünülebilir mi, tabii ki dindar olacak ama höt höt yapmayacak, karakterin bağdaştırmaları mükemmel bu arada, koca Hugh Grant’e benzeyecek, kadın Grace Kelly’ye, kocanın adı eski Türklerin isimlerinden olacak. Bamsı Özçekim. Televizyonda süper aşk dizileri olacak, Bizimkiler gibi havadan sudan(!) diziler de olacak, mahallede süpermarket değil de güler yüzlü bir bakkal olacakmış ama üç beş kuruş fazlaya satmayacakmış malını bu, süpermarket kalitesi ve fiyatlandırmasıyla hizmet verecekmiş? Kadın dünyaya bir daha geliyor, istediği hayatı yaşıyor ama kocasıyla birlikte tatile gittikleri zaman bir şahadet parmağı dınk diye dokunmuş baştaki taşa, taşın titreşiminden diğer taşlar da titreşmiş, kadının gözlerindeki ışık sönmeye başlamış yavaş yavaş. Diğer öykülere göre oldukça iyi bir öykü bu, en azından çöküşü doğrudan ilâhî bir kaynağa değil de ilâhî sembole yaslıyor, kader olmayınca en ufak bir aksamanın düşlemden mürekkep gerçeği takır tukur indireceğini imliyor, artık nasıl yorumlanırsa.

“Esas Fiil”: Iskalama öyküsü, dümdüz. Harflere değecek bir durum yok, alıntılayayım birazını: “Sen fakülteye yürürken ben bankta otururken… İkimiz birden, ikimiz beraberce, ayakları üzerine birikerek yıkılan kuleler gibi yıkıldık. Yok olduk. Artık istesem de dönemezdim ve bunu anladığım için, doçentin aniden teklif ediverdiği yurtdışı bursu sınavına girme önerisini hemen kabul ettim ve sınavı kazandım ve hiç sevinmedim. (Halbuki senelerce bu başarının hayalleriyle yaşamış ama bir türlü istediğime kavuşamamıştım.) (s. 40) “Mezarına İzmarit” var bu yüzeysel duygusallığa örnek, geçmişten sahnelerle kurulmuş hikâyeyi yirmi iki yıl ileri sarıp zamanın geçişine ağlamak. Anlatıcının çocukken âşık olduğu kadın onca yıldan sonra ölüme biraz daha yakın, görücü evlerinde model olarak değerlendirildiğini bilmiyor. Anlatıcı gördüğü bütün kızlarda “matmazel”i aramış da bulamamış, bir şeyler. Bilemiyorum, aslında karakterlerin acılarını çekmeye son derece teşneyim, metin beni lak diye alır içeri de Harmancı’nın bu öyküleri acının o kadar farkında ki okura keşfedecek hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi foştur diye giz miz dinlemeden dökünce kaçarsız böyle. “Meleğim Benim” mesela, bunu kitaba koymanın gerekçesi nedir, düşündüm de bulamadım. Anlatıcı bir bankanın önünden geçerken über güzel bir kız görüyor, anında kaptırıyor gönlünü. Ne hayvanlık oysa, adam yaşını başını almış, evde eşi var, üç çocuğu var, olacak iş mi âşık olmak öyle? Ertesi sabah caddelerde kızı arıyor, ararken ilkokul arkadaşı Yusuf’a rastlıyor. Aşkını anlatıyor, Yusuf yeni sevgili yaptığını anlatıyor, sonra, a a, ulan ikisinin de bahsettiği aynı kız değil miymiş? Vay babasının kemiğine! “Ağladıydım. Gözlerimi yumduydum. Bir daha ağladıydım. İçimi dışımı, bütün uzuvlarımı ve dahi bütün kâinatı bir alev kapladıydı ki, ben o vakit bir divaneye dönüp de Konya’nın caddelerine böğüre böğüre neden fırlamadım, nasıl fırlamadım, anlayabilmiş değilim.” (s. 49) Yani ben şaşırıyorum böyle şeyleri okuyunca, herhalde ben günah deryasına öküz gibi battığım için falan gülesim geliyor buna. Ama dediğim gibi, bunların bir acılarını ben on çekmeye meyyalim, öyküde arıyorum arızayı ister istemez. Çengeli takmıyor öykü, bu kitaptaki öykülerin çoğu takmıyor, geçirmiyor akımı. Asgari öykü, dümdüz.

Harmancı’nın ilk öyküleri iyiydi, heyecanlandırdı, ikinci kitabında araya mesafe koydum, bu kitabıyla birlikte diğer kitapları radarımdan çıktı. Rafta durmasın, arkadaşlara vereyim diye okuyacağım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!