Muhteris‘teki oyunları ikinci kitabında bırakmış Harmancı, hikâye anlatımının dümdüzlüğüne yaslanmış, bir de karakterlerin dinî arızalarından doğan korkulara. “Tufandan Önce”nin anlatıcısı mağaranın bir köşesinde, dağın başında bekliyor, sevgilisi gelecek. Babası geliyor onun yerine, son kez ihtar ediyor oğlunu, bulutla denizin birleşmesinden önce son şans. Herkes gibi olmaya izin vermeyen, anlatıcının hayatını istemediği bir yere çeken baba konuşuyor da oğlanın umursayası yok, zaten adam dalga konusu olmuş tufan muhabbeti yüzünden, anlatıcının başını öne eğmiş. Eh, oğlan da bir kez olsun güler yüz göstermemiş babasına, bir kez olsun “baba” dememiş, içinde bir yangın büyüyor ama adamın davetine cevap vermiyor. Hiçbir şey söylemeden giden adamın arkasından kuru bir incir ağacı gibi bakakalıyor. Sevgilisi geliyor sonra, babasının bir kez olsun haklı olabileceğini söylüyor ama sevgilisini de dinlemiyor, doğru mağaraya. Gitse, gitmese? “Her şey hâlâ mümkündü. Ve sanki çevremdeki meleklerin ağzımdan çıkacak bir tek tövbe sözcüğünü kaydetmek üzere beklediklerini görür gibi oldum. Ancak bu o kadar güç geldi ki bana… Yapamadım.” (s. 11) Uyuyor, uyanıyor, mağaranın ağzında bir sigara yakıyor ve kapkara kesilmiş gökyüzüne bakıyor. Artık çok geç, kimseler kurtaramaz, secdeye kapanıyor. Şimdi kimin yazdığını hatırlamıyorum da Nuh’un açısından yazılmışını da okumuştum bunun, adamımız evinin koca garajında koca bir gemi yapıyor, oğlanlardan biri yardım ediyor da diğerleri arazi mi oluyor ne, komşular falan dalga geçiyorlar, adamın eşi dalga geçiyor ama kararan gökyüzünü, giderek hızlanan yağmuru görünce seviniyor adam. Bu öykülerden anladığım şu: babamızın peygamber olma ihtimalini her koşulda düşünmeliyiz.
“Leke” tam ibretlik, “zina yapanı Allah taş eder” öyküsü. Anlatıcı bürosunda çalışırken sol göğsünün hemen altında bir sertlik olduğunu hisseder, korkar fakat sekreteri yetişip ertesi gün evinde takılabileceklerini söyleyince korkusunu unutur. Kalbinde büyüyen jeolojik oluşumdan kim olsa korkar, sekse daveti kim olsa kabul eder demeyeceğim, öyle bir şey yok. Adamımız evine gider, yine geç kaldığı için eşini üzer, kadının gözlerinden ip gibi yaşlar akar da başörtüsünün ucuyla siliverir kadın. Banyoda lekenin büyüdüğünü fark eden adam hemen eşinin yanına gider, bir onu sevdiğini söyler ama kadın yemez bunları, kocasını hışımla iter. Ertesi gün işe gider adam, doktora gitmeyi de düşünür ama gitmez, eve döndüğünde eşinin bıraktığı notu okur. Boşanma. Sekreterle evlilik. Leke büyür, büronun bodrum katındaki mescide inip her gün Allah’a yalvarır adam, lekenin kaybolması için demediği kalmaz ama yine çok geçtir, uykuları kaçar, sağlığından olur, en sonunda bir gün rahatsız edici düşlerden uyandığında kendisini devcileyin bir taş olarak bulur. Hareket edemez, sakinleşmeye çalışır ama başaramaz, göz pınarlarından birkaç kum tanesi yuvarlanır. Ders çıkaralım bundan: insanları üzmeyelim, eşimizi aldatmayalım, onca haltı yedikten sonra mescitlere kapanıp Allah’ı meşgul etmeyelim.
“Asâ” bir Şems öyküsü, en moderninden. Anlatıcımız arkadaşlarıyla birlikte Alaaddin Camii’nin avlusundan geçerken gölgelerden fırlayıveren ihtiyarla burun buruna gelir, kaderini tebellüğ eder: “Hâzâ kâfir! Hâzâ kâfir!” diye ünleyen ihtiyar zehri vermiş, anlatıcının kafasına dert tasa sokmuştur. Ne demek kâfir, ne yaptı ki? Arkadaşları anlam veremez, kendi anlam veremez, öyle sessiz sessiz oturup dağılırlar. Tükürseler, küfretseler daha iyi, günahlarını düşündüğünde namazlarına dikkat etmediğini ama orucunu mutlaka tuttuğu, içkiden zinadan uzak durduğu için kâfirlikle ilgisinin olmadığı sonucuna varır anlatıcı. O sırada giderek garipleşir, ailesi tuhaf sessizliğinin farkına varır. Düşleri de tuhaflaşmıştır, Ramazan Usta nam bir emminin darlamalarına maruz kalır rüyasında. Günahtan uzak durmasını, gönlünü dünyadan sakınmasını söyler Ramazan, anlatıcının hâlâ umut etmesinde sakınca olmadığını anlatır kısaca. Anlatıcının aklında bir ışık yanar, ihtiyarla Ramazan’ı denkler ve çarşıya pazara koşturur, Ramazan’ı bulursa içi ferahlayacaktır. Döner dolaşır, dağlara çıkar, ovalara iner, yaylalarda yazlar, vadilerde kışlar, ne adamı ne dükkânı bulur. Soru üzerine soru sorduğu insanlar deli olduğuna hükmederler, nitekim bir süre sonra evden de ayrılacak, nereden bulduğunu bilmediği asâsıyla adamı aramayı sürdürecektir. Eh, sopası ihtiyarın sopası, haliyle millete ihtiyarın bağırdığı gibi bağırmaya başladığını tahmin etmek zor değil sopadan sonra. Edelim ezber: vecibelerimizi yerine getirmiyorsak, biri kâfir olduğumuzu söylüyorsa, arkadaşlarımız derin sessizliklerle sınıyorlarsa bizi, o zaman bulunduğumuz coğrafyadaki afili anlatılardan uygun karakteri seçelim, elbise gibi giyelim onu, kefaletimizi ödemeye başlayalım. Sırf olay örgüsünü veriyorum çünkü verecek başka bir şey yok, ilk kitapta türlü çeşitli oyunlar varken bunda sırf hikâye, tahkiye olduğu için ne diyeyim, dili de öykünün asgarisince kullanıyor Harmancı, inceleyecek pek bir öge bırakmıyor.
“Ermiş”te Allah’la sulh olan bir kul arıyorum artık, üç karakter de günahları yüzünden yeterince çekti. Çekmemiş, dördüncü de kısık ateşle başlayacak yolculuğuna. “Deresinin içinden rüzgârların ürkünç ıslıkları geçen uzak bir kasabadaydım. Çizgilerine basa basa yürüdüğüm kaldırım taşlarını, kül tablalarında geberttiğim cigara izmaritlerini susturamıyordum.” (s. 27) Huzursuzluğun afili anlatımı, diğer öykülere göre bu yeni, bir de anlatıcının en başta duyduğu serzenişin hangi dilden döküldüğünün öykünün sonunda verilmesi de bu öyküler düşünüldüğünde ilk. Haliyle diğer öykülerden epey yukarı koyabiliriz bunu. Hidayet anlatıyor, kasabanın güler yüzlü, parmakla gösterilen, imanlı öğretmeni olabilirmiş, ses kulağına bunu iteliyor sürekli ama Hidayet günaha batmış orada, Allah’tan yakınsa da kendi suçu olduğunu biliyor. Biraz da yalnızlık var, şehre gitse aynı insanlarla aynı şeyleri yapacak, kasabada aynı insanlarla aynı şeyleri yapıyor, sıkıntı. “Doğru olan ne? Haklı olan kim? Sigarayı bıraksaydım. Namazlarıma sahip çıksaydım. Akşamları camiye gitseydim. Ara sıra ezanları ben okusaydım. Çocuklara her hafta bir menkıbe anlatsaydım. Yazılıda en yüksek notu alanlara… kitaplar dağıtsaydım… Kötü mü olurdu?” (s. 28) Bunları yapmaz Hidayet, okulda sigara içmese de dışarıda tüttürdükçe tüttürür, kazaları kılar, günde yirmi sayfa Kuran okusa üç yıla borçlarını kapatacağını hesaplar, her perşembe oruç tutmaya karar verir. Fıkıh, hadis, tefsir kitapları okumak ister, okumasa evi, işi, yaşamı elinden gidecektir sanki, birileri fişini çekip hayatını bitirecektir. Paranoyaya kapılır, gerçi dinî mevzuatta bunun adı başkadır da bilemiyorum şimdi, çılgın günahların sarsalayıcı boşluğu falan diyeyim. Son darbe arkadaşlarından gelir yine, okeye oturdukları sırada bunu alırlar, Doğan SLX’e atladıkları gibi yallah “o eve”. Arkadaşları rakı içerken günahtan kurtulmanın yollarını düşünür anlatıcı, sevişirken bile düşünür, sonra kadının kokusuna bırakır kendini. Ertesi gün o sesi duyar, hani istese kasabanın yüz akı, efendi evladı olabileceğini söyleyen sesi. Delirmek için güzel bir gün gibi görünüyor, anlatıcı evinden fırlayıp Çatal Kaya nam tepeye çıkar, köylülere doğru bağırır: “Çıldırmadım!” Bir daha bağırır. Bir daha bağırır. Dördüncüye bağırır mı bilmiyorum, erdiğini düşünür ama. Kurtarıcı olmuştur, insanları ererek çıkarmıştır o karanlıktan. Ermiştir artık. Hidayet kadın kokusuyla erer, bir başkası başka türlü erer, sonuçta herkes ermeye yatkındır. Bu da kıssadan hisse olsun. Çıldırmamış bir de, köylüler tam tersini iddia etseler de o bağırış çağırış sırasında aklı başındaymış. Güzel taktik aslında.
Beklentiyi düşürmek gerekiyor ilk kitaptan sonra, Harmancı estetiği geriye alıp ibretleri öne çıkarmış.
Cevap yaz