Sait Faik Abasıyanık – Sarnıç

Bir yerden çıkacak o sarnıç, bir yerde görünecek, o âna dek hangi olguları sıralayacak anlatıcı, merkezi nereye oturtacak da çemberi çizmeye başlayacak, bakışını nerede toplumsallaştıracak, insanı sevdiğine veya sevmediğine değinecek, cümbüşün altını hikâyenin neresinde kısacak, merak. Kasabalar, adalar, dağların tepelerin eteklerinde yerleşimler, minareler daha uzunca anlatılıyor, mekânı daha bir sağlam kuruyor Sait Faik, bir anıya tutunmak ister gibi canlandırıyor, o zamanların hikâyelerini esas kılacağı için değil, o zamanın insanlarına yıllar sonra geri döneceğinden değil, esasın neden hikâye konusu olduğunu ve daha önemlisi neden esas olduğunu göstermek için. Hiyerarşi var mı, dört başı mamur hikâye öyküdeki en hikâye mi, bir kenara bırakıp bütününe bakınca cümbüşün bir tür sonuca bağlandığını görüyoruz, bağlanan altta kalmıyor ama vasıtaymış gibi düşünülebiliyor, belki tam tersidir de esas hikâyeye varasıya kat edilen hikâyeler, yaşanımdır esas. Yine çembere dönmek isterim, Öklidyen geometrimizde en demokratik biçimdir, Sait Faik de pek demokratik biridir? Kabzımalı, ameleyi öyküye bir yerinden sokar, anlatıcıyı yerinde tutmasına rağmen tekil bakış açısından toplumun tamamını ansızın görür, çoğu öyküsünde olduğu gibi “Sarnıç”ta da var bu. Anlatıcı lise öğrencisi bir zamanlar, mezun olduktan çok sonra okulunu hatırlıyor. “Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir gölge varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu. Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı kadını her akşam daha fazla sevmeye çalışıyorduk. Aynı mezarlık karşımızda idi.” (s. 11) Anılar anlatılır okula dair, Davut’la piyasa, ablalar abiler evlenip gitmişler, harp zamanı ekmeğin üzerine sürülen bir parça tereyağı bolluk zamanlarınınkinden çok küçük, anlatıcıyla halk arasında açılan uçurum, tiyatrolarda, lokantalarda pırıl pırıl insanlarla vakit geçirmek güzel ama bir sakinliğin, mütevazılığın aranışı ağır basmış bir zaman, insan sevilmiş, anlatıcı dünyanın en şehvetperest insanı olmuş bir dönem, herkesi kucaklamak istemiş. “Bu, yalnız bir hayvani his miydi? Yoksa bunun gerisinde saklı, açık bir insanlık sevgisi mi vardı? Beni idare edemeyen neydi? Bu dünya insan için kâfi idi. bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?” (s. 14) İki kutup arasında seyir, sonra kişisel hikâye: sorularla dolu bir günün ardından eve gelir anlatıcı, eşini oturmuş ağlar bulur, hayır, ocağı da yanar, çorbası da tüter, kürklü mantosu yoktur, balolarla sinemalara da gitmez ama ziyanı yoktur, bir anasıyla babasını göresi gelmiştir. İstanbul’a gider, bir yıl olur dönmez, babası birkaç satırda kızının çektiği sefaleti anlatarak avukatını göndereceğini söyler boşanma işlemleri için. Üç beş paragraflık bölüm bütün anlatıyı doğuruyor böylece, artık lise hayatı, geçmiş arkadaşlıkların hatıraları yok, her şey silindi. “Şimdi uzun boylu, ipince bir İstanbul kızını boş bir odadan, yağan kara bakarak, hatırlıyor, kimseye anlatamayacağım, gizli, egoist bir hayatı yeniden yaşayarak sac sobaya bir iki odun daha atıyor, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum.” (s. 15) Sembol, göl de yok, kurumuş kaynağın zamanında canlıyken sundukları dışında yaşamasız.

“Kalorifer ve Bahar”daki mahalle tekinsiz mi, başa mutlaka iş gelir ama insanının kavgası bellidir, surların üstünde ve etrafındaki sefil kulübelerde süren yaşamlar oradan kurtulmak içindir, becerebilirlerse. O mahallelerden şehrin merkezine gitmek Ankara’ya gitmekten daha zor, giden dönmezse çoğun hapse girdiği için, pek azı kurtulabiliyor. Kimler yaşıyor, her milletten insan kaynaşıyor, jandarmalar ve polisler telaşa düşüyorlar, birbirlerine kız alıp veren bu insanların ortak düşmanı şehir merkezi olduğu için rahat bırakılsalar dert çıkarmıyorlar aslında. Çocukların eksik uzuvları başka, dilencilik için parmak, el, bacak kesiliyor, tramvaylara öfke. Bütün bunlardan sonra Kalorifer’in, Capon’un macerası başlıyor, çocuğun kaloriferi mahalleye tanıttığı olaylar. Arkadaşları alay edince sinemanın ne olduğunu bilmediği için, hani sallıyor bir şey de tutturuyor ama sıkıntı basıyor içini, şehre gidip anlamak istiyor Capon, iyice bıçkınından bir çocuk, mekânı bulup girdiğinde kaloriferi görüyor hayatında ilk kez. Mahalleye dönüp anlattığında adı “Kalorifer” artık, bu arada esas hikâyeye bir ara çünkü bahar geldi, mahalleden kopuşlar başladı, Capon’a değil de mahalleye bakış tekrar. Burgaz’da da aynı mevzu vardı ama tersinden, hangi kitaptaydı, çocuklar kışları ortadan kaybolurlar, baharda biraz daha büyümüş olarak peydah olurlar, bazen hiç olmazlar ama önceki senenin arkadaşlıkları ebedî değişmiştir, koyulan insan ertesi yıl bambaşka biridir artık, zaman dolu dizgin. Bu öyküde Capon gidici, diğerleri kışın döndüklerinde sağlam bir dayak yiyip sessizliğe boğuluyorlar ve gidebilenlerin hikâyelerini anlatıyorlar. Capon kâşif, tramvayların nereye gittiğini öğrenince şehri de çözmüş oluyor biraz, dönmemek için gidebileceği uzak yerler çoğaldığından. Kim sömürüyor bu insanları, Eskicizade Nedim gibiler, “Beyaz Altın”da yakından görüyoruz. Anlatıcı hesap kitap işlerinden anladığı için kasabalının işlerine bakıyor, bir de bokta bulduğu arpayı yememek için zira harp zamanı, açlıktan kırılıyor millet, Nedim tam bir harp vurguncusu olduğu için servetine servet katarken, neyse, sofralara oturuyor anlatıcı, Nedim’in kebaplarını yiyor, vicdanını susturamıyorsa da ölmek istemediğinden kopamıyor. İstanbul’a gidiyorlar, Nedim’e platinden diş, dünya kadar parayı daha iyi yiyebilmek için yekten veriyor adam da ölüme çare yok. Yoksullar civarın en zengininin öldüğünü duyduklarında, platin dişten de haberdar olduklarına göre ne yapıyorlarsa onu yapıyorlar, bokta arpa arayıp buluyorlar. İstanbul’da oda arkadaşlığı yapan iki işçinin vapur serüvenleri, köprüden geçerlerken birinin tahıl gemisine atlamak istemesi ama yollar ayrıldıktan sonra, arkadaşının kalbini kırmasının da etkisi vardır bu ayrılıkta çünkü arkadaş za zü yapan patronunun çenesine geçirmiştir bir tane, ayıplanmayı hiç beklemez bu yüzden, Paşabahçe’de iş bulup vedalaşır, geride kalan gemiyi tekrar gördüğünde atlayası gelmez artık, yaşamının parıltısı kaybolmuştur. Manzaralar, detaylar dört dörtlük, biri yorganına sarılıp uyur odada, diğeri savurgan herhalde, kıyafetleriyle uyuyup üşümemeye çalışır, gün içinde birbirlerini pek görmezler ama dostluklarını sürdürmeye çalışırlar, yediklerine dek. Gece işine çıkan serseri tiplerin tayfayı toplama öyküsü, kayıkçıların dumanlanmaları, kasabanın zengini seksen yaşındaki adamın kaç yaş küçük son eşinden çocuk yapınca ailesiyle çatışması, en sonda sopanın şişik karna inmeden az öncesinde bitmesi öykünün, bir de Sait Faik’in yolculuklarından döndüğünde aklından çıkardığı öyküler var ki bunlar seridir, kitaplara dağılmış haldedir, bu kitapta Marsilya’nın işçi sınıfından öyle sahneler vardır ki sepetler, çekiçler, zincirler işçilerin uzantısına dönüşmüş görünür, çıkış yolunu aramaktan geçmişlerdir insanlar, tutunmaya çalışırlar ancak. Gülhane’de yaşlılara kilit takmaya çalışan uyanıklar vardır, adalarda yaşlı kadınlar gençlere kilit takmaya çalışırlar, karın tokluğuna ne işler görülür, açgözlülükten ne insanlar heba olur, Sait Faik hepsini şöyle bir çalkalıyor. Öykü be!

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!