Faruk Duman’a göre Erdal Öz okura saygılıdır, dile sevgilidir, bir de bireyi anlatmakta beis görmez ama bireyin kendini tertemiz anlatmasını ister anlaşıldığı kadarıyla, yani kendini pirüpak bulacak, akça pakça görecek, bal dök yala anlatacaktır birey, öbür türlüsüne itirazı vardır Öz’ün, “o kadar” kapalıyı okura saygısızlık olarak görür. Vüs’at O. Bener’le ilgili yazısında göreceğiz, şimdi Feyyaz Kayacan’ı nasıl dıştaladığına bakalım. “Yerli Olmak” nam eleştirinin çizdiği çember baştan arızalı, Öz doğayla sanatı öyle bir ayırıyor ki “sanateri” dediği sanatçıyı dan diye toplumun içine sokuveriyor sanki doğadan ayrı bir varlıkmış gibi. Özetle şu: kimi yazarlar dıştaki olgulara yapıtlarında ayna tutarlar, sırf dıştaki(?) olguları(?) yansıtırlar, Öz onları sanatla ilintili saymaz çünkü doğanın (tabiatın) kopyacısıdır(?) onlar, sanatsa doğadan bambaşka bir şeydir, kendi gerçekliği vardır, yeni ve yapma bir gerçeklik, sanatçı bu gerçekliği toplumuyla kazanır. “Sanateri bu gerçeğini bir toplum içinde kazanır, onun içinde kurar. Diyeceğim, sanateri tek başına değildir. Çünkü Âdem Babamızdan sonra dünyaya gelmiştir.” (s. 23) Efendim? “Toplum içinde yaşayan bireylerin (fertlerin) ise omuzlarında sorumluluk adını verdiğimiz bir yük vardır. Toplum içinde yaşamak, bir bakıma sorumlu olmak demektir. Sanateri de bu bireylerden biri olduğuna göre, o da bu sorumlulukla yüklüdür.” (s. 23) Valla sanatçı hiçbir haltla yüklü değildir, toplumunun sözcüsü olmak zorunda değildir, sanatını o toplum içinde geliştirmek zorunda değildir. Öz, yazarın yerli olması gerektiğini söyler, Batılı ve yerli olmak mümkündür, mesela Sait Faik öyledir ama Feyyaz Kayacan değildir zira toplumun gerçeğini yansıtmaz Kayacan, Sığınak Hikâyeleri‘nde İngiltere’nin sözcüsü durumundadır? “Öyleyse bir Türk yazarı değildir Feyyaz Kayacan. Salt, hikâyelerini Türkçe yazan (aslı Türk olan) bir İngiliz yazarıdır. Çünkü bizi ilgilendirmez onun hikâyeleri. Yoksa, Türkçeye çevrilmiş bir İngiliz yazarı olarak seve seve okuyabiliriz.” (s. 24) Dili, milliyeti geçeceğim, bizi ilgilendirip ilgilendirmeyeceğini düşünüyorum Kayacan’ın yazdıklarının. Başka bir yazısında İkinci Dünya Savaşı’na girmememize rağmen savaşın bütün sıkıntısını çektiğimizden ötürü bunaltının bizde de kök salabileceği fikrini destekler, en azından bu fikre karşı çıkmaz Öz, bireyci edebiyatın içinde yerinin olduğunu söyler. Bunu da geçtim, Kayacan’ın öyküleri bizi nasıl ilgilendirmez, karakterin korkusu, yerin altındaki hali, kısacası insanlığı neden umurumuzda olmamalı, Attilâ İlhan’ın alıntılanan şiirinde Bilbao, Afrika, Ricardo var diye yaban mı olacak o şiir, tedavülden mi kalkacak? “Bir toplum olarak gözümüzü, kulağımızı bu sözlere dikemeyiz. Bizden değildir o. Biz, kendi olanaklarımız (imkânlarımız) içinde bizden olanları severiz. Her toplum böyledir sanıyorum. Her yazar, içinde yaşadığı toplumun gelenekleri kadar olanaklarını da bilmek zorundadır. Çünkü, o toplumun insanları içinde gerçeğini kuracaktır.” (s. 25) Bilge Karasu da eleştirilmiş başlarda, bilmem hangi zamanın bilmem hangi insanlarını anlatıyor, neden kendi insanlarını anlatmıyor diye, öyle kısır bir görüş ki. Günümüzde hâlâ eleştiriliyor uzak ülkelerin metinlerinin çevrilmesi, bize neymiş bilmem hangi dağdaki köylülerin parslarla mücadelesi, bilmem ne. “İnsan değil misiniz?” diye sorup çok temel bir yerden alıyorum ve geri bırakıyorum, insan değil misiniz birader? İyice sulandırayım, uzaydan gelen sinyaller değil bunlar, yazarlar bombalanan bir şehrin göbeğini anlatıyorlar, antik çağların manzarasını anlatıyorlar, tek bir zamana kısılı kalmak, toplumun üzerinde tepinmek, sorumluluktan çıban çıkarmak canınızı sıkmıyor mu, çözemedim gitti. Batı’nın insanını anlamak için ciltler devirmek gerekmiyor, bir bombardıman uçağı yeter, Antoine de Saint-Exupéry’nin posta uçağı bile yeter, gece çölünün sonsuzluğunu gözünüzde canlandıramaz mısınız? Okur kısırlığı Öz’deki, muhtemelen başka kaygılar da var 1956’nın baskıcı ortamını düşününce. Kırmızı Pelerinli Kent‘i bir Brezilyalının romanıymış gibi okuyan oldu mu, yerellik neden bu kadar önemli, düşünmeli. Zamansallığı unutmadan tabii. Kısacası Kayacan kendi(?) toplumuna ait olduğuna dair hiçbir emare göstermediği için yerli değildir Öz’e göre, tuhaf. Sanata milliyet biçmek. “Diyorum ki, bir Türk hikâyecisi, bugün için bir sirk hikâyesi bile yazamaz. Sirk, Batı’nın bir eğlenti türüdür. Onlara özgedir. Bir tel cambazının yaşantısı yazılabilir ama, bir sirkin yaşantısı yazılamaz.” (s. 26) Sirk değil de sirke benzer lunaparkıyla İrfan Yalçın tek başına yıkar bu fikri, merak eden Yorgun Sevda‘yı okusun. Bence Öz de bu fikrinden vazgeçmiştir yıllar içinde, Sabahattin Ali-Sait Faik ayrımının savunuculuğunu yıllar sonra bıraktığını söyleyerek fikirlerini değiştirebildiğine, o kadar keskin ayrımların çok da doğru olmadığını itiraf ettiğine göre kendisinde anlayış derinliği var. Salâh Birsel’e neden çatıyor, o da tuhaf, adam edebiyat namına gerçekleri söyleyenlerin çok azaldığını, her aydının ortaya atılıp gerçeği dile getirmesi gerektiğini söylüyor, Öz “gerçek denilen ışığı yalansız dolansız bir o verebilirmiş, yani gerçek salt onun kafasındaymış, onun ötesindekiler hep yalancılar, dolancılarmış” diye çarpıtıveriyor Birsel’in sözlerini. Kendi tanımı var günlükle ilgili, bir dünya örnek de veriyor, işte Kafka’nın, Çehov’un günlükleri falan, Birsel bildiği gibi bir günlük yazdığı için fena! Okuyucuyu ilgilendirmeyen bir yığın sözle doluymuş kitap, insanın “bana ne” diyesi geliyormuş. Şunu düşünebiliriz, bu yazıyı da 1956’da yazmış Öz, Birsel henüz “icazet almadığı” için metni kökünden açık eleştiriye de o zaman için bile böylesi eleştirileri hak eden bir niteliği yok. Düşünüyorum, öylesi yenilikçi bir günlük anlayışı herhalde, kalıpların dışına çıktı mı sesler yükseliyor, kalıba oturtmaya çalışıyorlar o güzelim yazıları. Bildiğinden şaşmayarak çat diye kendi kalıbını, günlüğünü oturtmuştur Birsel, iyi ki etki altında kalmamıştır, yoksa Naci’nin ve Fuat’ın eleştiriye küsüp yıllar boyunca kalem oynatmamalarının bir benzerini yaşayacaktı. Gençliğinden mi vuruyorum Öz’ü diye taktım şimdi, 2000’lere doğru yazdığı yazıları pek hoşlaşır ama eleştirilecek yanlarını bulduğumca oralara odaklanıyorum ister istemez, tabii Öz’ün kendi öykü görgüsünü, edebiyat anlayışını gözetince itirazları anlaşılır hale geliyor. Ama: üslup eleştirileri pek öyle aman aman değildir, “Vüs’at O. Bener’de ‘Korku Çizgisi'”ne bakınca hele. Bir öyküde dört karakterin konuşmaları iç içe geçmiş, kimin neyi söylediği anlaşılmıyormuş, gereksizmiş bu. “Okuyucu pek az düşünülmüş. Gereksiz bir karanlıkta boğulmuş, hikâye. ‘Aydınlık, karanlık. Bunların da ayıklamakla ilintisi var. anlatılmak istenilenin yazarınca başka türlü anlatılamamasına ne dersiniz? Buysa onu, karanlıkla suçlamağa hak vermez. Olsa olsa sezmeyi dilemek, kolaya yönelmek demektir bence. Karanlık denilen, yazarı için aydınlıksa, bu kendisi için gerçek böyleyse, hiç mesele yoktur,’ diyor Bener. Bu hikâyesi de bu dediklerine uyuyor. Ne var ki, ‘Karanlık denilen, yazarı için aydınlıksa, hiç mesela yoktur,’ yargısına katılamayacağım. Önce yazarın kendisi önemlidir, yazarın kendisi özgürdür. Doğru. Ama okuyucusuz bir eser, toplumsal bir ürün, dolayısıyla da bir sanat eseri olamaz. Yazar-okuyucu bağıntısını olduğu gibi yabana atmak düşüncesiyle bağdaşamam ben. Her eserin, yazarla okuyucu arasında, yazardan okuyucuya doğru yönelmiş bir taşım olduğuna inanırım da ondan.” (s. 75) Bir şeyden böylesi emin olan insandan çekinirim ben, nitekim Öz’ün vargılarını da zaman yanlışlamıştır. Okuyucusuz eser? Sanat eseri olamamak? Yazar-okuyucu bağıntısını olduğu gibi yabana atmak? Kıyaslamak hadsizlik, utanıyorum ama, yani, şimdi, abi yani Vüs’at O. Bener’in öyküleri mi, Erdal Öz’ün öyküleri mi dersek, daha doğrusu Bener için “benim yazarım” derim de Öz’e demem mümkün değilken, yani, hani, gibi, sanki.
Necip Fazıl’a yöneltilen eleştiriler on ikiden, Orhan Kemal’e övgüler iyi, okumalı. Son bir şey, yakın zamanda gördüm, tanışların, arkadaşların birbirlerini eleştirmeye ellerinin ermediğine dair yave. Öz’ün yola birlikte çıktığı dostlarını nasıl cortlattığını görmeli, yüz iki okuyup bir söylemeli.
Cevap yaz