Gülhan’la kitap takası yapıyoruz bazen, ben ona elimde tutmak istemediklerimi veriyorum, onun bana verdiği kitaplar hakkında ne düşündüğünü bilmiyorum ama aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyor herhalde. Bu kitap onun verdiklerinden biri, günümüzde neler olduğuna ayda yılda bir bakmak istersem Gülhan’dan soruyorum, veriyor böyle. Kıstasım sosyal medya aslında, kişilerin yazdıklarından kurmaca görgülerini tahmin edebiliyorum, günümüzün yazarlarından okunacak pek kimseyi bulamıyorum. Çok çok az yanıldım bu taktikle, tavsiye ederim. Vasatlığın sebebi ikidir: kimse hiçbir şey okumuyor -okuyan da okumuyor- ve mizahi zekâ hemen hiç yok, muhteşem sıkıcılıkta yorumlardan başka bir şey göremeyince, eh, bulaşmıyorum. “Çağının yazarlarını okumayanlar hele höle hölö…” Çağımın yazarı hâlâ yetmiş yıl öncesinin öykü anlayışından bahsediyor, ne gibi bir yenilik, yetkinlik beklemeliyim ondan mesela. Asgari öyküye razı olan kendi bilir, başka bir şey arıyorum. Nene karakterlerin dertlerinden, genç yazarların bastonlu hikâyelerinden gına geldi artık, ne ara yaşlandırdınız ruhunuzu da bu hale geldi işler bilmem. Bilgehan Tuğrul, Mehmet Fazlı Gök, Onurhan Ersoy istiyorum, üçer beşer istiyorum bunlardan, Faruk Ulay, Ersan Üldes, Ertuğ Uçar istiyorum, bulamıyorum. Neler övülüyor, iğreniyorum. Neyse, nene öyküyle başlayalım, “Saklamak, Doğurmak”. Hatice anlatıyor, Hatice menopoza girdiğini düşünüyor çünkü kanaması bitmiş, içinde bir ateş, göğsü büyümüş, kadınlığı oraya kadar. İki kız, bir oğlan, bir de inaktif koca, hayat öyle bitip gidecek. Canavar gibi yeme huyu ortaya çıkınca giz doğrudan faş, bilmezmiş gibi yapıp devam edelim, bir de kusuyor Hatice, ee, ateş mateş bir değişik, belli ki karındaki kütle sırf yağ değil. Tüü Hatice, Püü Hatice, el ne söyleyecek, Allah koydu o dilleri de Allah susturacak mı, sıkı sıkı bağlanan kemerle çeki çeki taşınan odun düşürecek mi çocuğu. Falan filan, dayanıyor çocuk, aile kabulleniyor doğumu, ebe bir bastırıyor da hınk diye çıkıveriyor çocuk. “Pişmanlık kolay iş. Rabbim affeder mi? Bunu demeye de utanırım. Koca karı olmuşum ama yaptıklarıma bak. Kulluk böyle bir şeymiş demek. Yazık sana Hatice! Ama Allah bilir işini, benim inadımdan daha inatlısını gönderir. Onca şeye dayandı. Huzursuzluk çıkarmadı. Yavrucağın doğası, yaşayası, bu dünyayı göresi varmış.” (s. 12) Ne güzel, apaçık düşünüyor köylü kadın, tertemiz dil. Ne çok düşünüyor, ne kafa şişiriyor ama.
“Buzluktaki Son Köfte”, yani Barış Bıçakçı anlatının kıyısında köşesinde verdiği sıkı sıkıya kapatılmış musluktan çıkarır babanın yokluğunu, iç burkup devam eder de burada buzdolabındaki köftelere gelene kadar koca metni okumak zorunda kalmak, üstelik inceliğin başlı başına can alıcı nokta, punch line olması, bilemiyorum, tam asgari öykü işte. Anlatır, anlattığı doldurmalıktır, esas noktaya gelesiye. “Telefonun sehpanın üzerinde titremesiyle gözüm artarda yanıp sönen ışığına takıldı. Pazar sabahı. Bu saatte kim arayacak. Hiç uzanıp alamayacağım şimdi. Her zamanki aramalardandır. Bilmem ne indirimini kaçırmayın temalı. Şu an kaçırmak istemediğim tek şey kanepedeki yarı uykulu halim. Üzerimde eprimiş pijamamla tatlı tatlı iç geçirmeye niyetliyim. Neyse ki söndü ışığı, zangırdaması kesildi.” (s. 15) Eprimiş pijama, sabah, yarı uykulu hal, öykünün geri kalanına, öykünün geri kalanındaki karakterlere, öykünün kalmayanındaki sessizliğine uyum göstermeyecek. Aziz arıyormuş, üniversiteden arkadaş bunlar, anlatıcı o gün buluşmak istemiyormuş ama Aziz’i de geri çeviremeyeceği için kalkıp hazırlanıyor, bir iki zımbırtı giyiyor üstüne ki ne olduğunu hatırlamak birtakım nöronları boşu boşuna meşgul etmek demek. Yani anlatıcının hayatının son derece tırışkadan ayrıntıları hiçbir şey vermiyor, kuru gevezelik. Aziz bit pazarlarında dolanan bir al satçı, annesi doğru düzgün bir iş bulmasını söylediği için kavga etmişler de Aziz dehlemiş annesini Ayvalık’taki yazlığa. Üzüntü. Ortak arkadaşlarının bahsi açılıyor, arkadaşın annesi ölmüş, cenazesi olmuş, eve döndüklerinde buzluktaki köfteleri görmüşler. Üzüntü. Aziz eve gidip buzluğa bakmış, köfte varmış ama annesini çok özlediği için bitmek üzere olduğunu söylemiş, hani özlediğini söyleyemeyip. Falan. Ucuz ya, derinleşmeyen karakterlerin hüzünlü pozları, anlatının yavanlığı. Yemiyor yani, böyle değil. “Siz İyi Olun Yeter ki!” aynı tarifeden. Esas nokta gelene kadar anlatıcının tın teneke yaşamı, taksinin çok hızlı gitmesi, tartışan insanlar, yolda bilmem neler, sonra ev faslı. Babayla anne çekişiyorlarmış, baba basıp gitmiş, bir müddet gelmeyeceğini söylemiş. Anlatıcı eve geliyor, bakıyor ki ortalık dağınık, anne fasulye mi ne ayıklıyor. Anlatıcı oturuyor, üzülüyor duruma, annesiyle ilk kez ciddi ciddi konuşuyor. Anne sapsarı kesiliyor, gülümsüyor, sonra televizyondaki programla ilgili dandik bir yorum yaparak bitiriyor öyküyü. Ne eksik, elbette gerilime yol açan, çatışmanın özünü yansıtan bir anı, olay, bir şey. Bir şey eksik, eksik olanın yerine anlatıcının üniversiteden çıkışını, dersleri ekişini falan dinliyoruz, niye dinliyoruz, hikâye şişsin de öykü olsun diye. Şişiyor, oluyor ama olmuyor. “Ailemizin Yazarı” bu eksik olan şeyi içeriyor zira anlatıcının yaşamıyla doğrudan ilişkili bir durum var, hani tatava değil artık anlattıkları, doğrudan kendisiyle, kendisiyle değilse kendisini etkileyen insanlarla, durumlarla ilgili. Bu kez de abinin anlamsız öfkesi çıkıyor piyasaya, annenin pasifliği. Anlatıcı hikâye çatıyor kafasında, yazan biri. Dergilerde öyküleri çıkıyor, iyi. Okulu bitirmiş, işi yok henüz. Abisi kahvaltı masasında yükleniyor, yazarlığını aşağılıyor, üstelik izin almış mı ki ailesini yazıyor? Para yok, öyle hikâyelerdeki gibi yaşamıyorlar, işe girsin hemen. “‘Geçen gün bir dergide çıktın ya hani, n’oldu? Ne geçti eline? Kuzenler aradı, yengem, dayım filan. Ha bi de karşı komşu tebrik etti. Gururlandılar. Nie? Dergide yazın çıkmış diye. Ee sonra?.. Para var mı para? Sen bana onu de. O dergide olsan ne, olmasan ne? Oğlum, hem milletin evine dergi soktuğu mu var!’” (s. 29) Öff. Anlatıcı ne yapıyor, abisinin azıcık yumuşadığını görünce yaltaklanıyor hemen, tüy dikiyor. Valla bizde iki örnek şahanedir bu mevzuyla ilgili, Ercan y Yılmaz’ın Sahir‘i bütün köyün genç yazara bilenmesini on numara anlatır, bir de Mahmut Makal’ın kendi yaşamında ailesinden yediği şamarlar vardır bu konuyla ilgili, hangi kitabında anlattığını hatırlamıyorum, şahanedir. Latife Tekin’in de ilk kitabı yüzünden köylüleriyle arasının bozulduğunu hatırlıyorum, bozulur. Bu metinler o tansiyonu verir. Öykü vermiyor.
“Ben Burada Yapamam”da başka bir sıkıntı var bu kez, ilk paragraftan itibaren karakterlerin birinin derdini şak diye öğrenip öykü boyunca o derdin büyümesini açıktan açığa izleyince giz miz hiçbir şey kalmıyor, öngörülemezliği pörtletecek bir aksiyon da yer almayınca dert sahibi oluyor insan. Beyaz yakalı iki avanak, evliler, birinin atadan kalma evine bakmaya gitmişler. Dağda bayırda bir yerde, canavar gibi tadilata ihtiyaç var, kadın biriktirdikleri parayı eve harcamayı düşünüyor da adam hiç oralarda değil, işin içinden nasıl çıkacağını düşünüyor ama öykünün başından beri düşünüyor, içine fenalıklar basıyor, okurun da böğrüne öküz oturuyor. Açılsın şu karakterler biraz, sırf o ânın sıkıntısı içinde debelenmesinler, birbirlerine duydukları sevginin korunu morunu görelim, bir çeşitlensin yani şu insanların, karakterlerin görüntüleri. Yok. “Seyir”de sokak kavgasının dümdüzlüğü, “Saniye ile Konuşmak Şart Oldu”da kısır günü muhabbetleri, camı açıp bağırmadan bitiriyorum bu yazıyı.
Cevap yaz