Alek Popov – Bulgar Kondüktör

Gospodinov’u da çeviren Hasibe Şen’in “Geçiş Döneminde Bulgar Yazarı” nam hoş bir yazısı var girişte, dönemin edebî atmosferi hakkında kısa, iyi kaynak. Yazıdan çarpıyorum biraz: Duvar’ın yıkılmasıyla birlikte deli gibi esen değişim rüzgârına hemen uyum sağlayamayan Bulgar yazarların akıllarında geçmişin öcüsü olan Parti hâlâ yaşıyor, en azından Popov’un deyişiyle yazar sırf kendi için çalışan bir casus, herhangi bir Merkez’in isteğiyle hareket eden bir kukla değil, talimat üzerine bilgi toplamayacak, birileri önünde rapor vermeyecek artık. Eski rejimin yazarları toplumcu gerçekçi edebiyatın haso figürleri olarak yükselmişlerdi, 1989’dan sonra yeni bir yazar figürü çıkıyor piyasaya. Önceden de vardı ama “Bulgar şemsiyesi” diye anılan tehditten yakasını kurtaramıyordu ki 1969’da İngiltere’ye göç eden Georgei Markov 1978’de ucuna zehirli madde yerleştirilen bir şemsiye ile öldürülmesi durumun ciddiyetini gösterir, “şemsiye” oradan. “Edebiyat bataklığı” demiş Markov, kurbağaların Parti sloganlarını cafcaflı ifadelerle tekrarladığı metinlerden başka bir şeyin yazılması tehlikeliymiş, kişisel estetik değerleri ortaya koymak için Parti’yle anlaşmaktan başka yol yok. “Bu anlamda Tsvetan Marangozov’un bu dönemle ilgili saptaması son derece doğrudur: ‘Bu katı ortamda bazlarımız Batı’ya göç etti, bazılarımız Komünist Parti’ye, bazılarımız da kendi içine sığındı.’” (s. 6) Var olmaya çalışan yazarların ardıllarından biridir Popov, 1863-1897 yılları arasında yaşayan Aleko Konstantinov’un öğrencisidir, Osmanlı egemenliğinden çıkan Bulgaristan’ın özgürlüğe geçiş ortamını yansıtırken nasıl mizah dilini kullanmışsa, Bulgar kimliğini tanımlamaya çalışmışsa, kendine gülebilen bir Balkanlı tipi yaratmışsa Konstantinov, Popov da benzer kaygılarla yazar. Absürde kayan, grotesk boyutlu, olağandışı öyküleri Gospodinov’unkilerle yan yana konabilir, Bulgar yazarları saçma sapan burslar sağlayarak acayip ortamlara gönderen entelektüel eskisinin yanında dikilen, bir gözüyle geçmişi görürken diğer gözüyle geleceğe bakan yaşlı kadın uyuşurlar. “Popov’un öyküleri, daha genel anlamda, Bulgar milli edebiyatının, milli bilincin, milli değerlerin parodisi olarak da okunabilir, bu da eserlerine çok yerel bir mizah katığı sağlar. Yazar, Bulgarların kendileri hakkında oluşturdukları öz-algı modelinde yer alan ve Bulgarların ‘yüceliğini yansıtan klişeleri (yoğurdu Bulgarlar bulmuştur, bilgisayar bir Bulgar’ın; John Atanasov’un icadıdır vs.) yakalayıp onları müthiş bir ustalıkla mizah araçlarına çevirir.” (s. 7) Kapalılıktan ötürü Bulgar edebiyatının tanınmaması da vardır Popov’un ele aldığı meselelerin arasında, yani Demir Perde kendi edebiyatını yaratmış, ödüllerle fişeklemeyi de bilmiştir de Batı’dan kopukluk malum, metinler yasaklı, perde kalın. The Beatles röntgen filmleriyle mi sokuluyordu neydi Rusya’ya, öyle bir hikâye okumuştum bir yerlerde, “Edebiyat ve Seks” adlı metninde Bulgar yazarların Avrupa’ya girememesini çok hoş anlatıyor Popov: “Bulgar yazarın temel sorunu, tam da Bulgar yazarı olmasıdır. Samimi olmak gerekirse bu, ontolojik, dolayısıyla da bazı metafizik gerekçeler sebebiyle çözümsüz bir sorundur. Yazmaya başladığımda Bulgar yazarı olacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. O zamanlar okul defterlerine açık saçık öyküler karalıyordum sadece, hangi dilde yazdığım konusunu da pek düşünmüyordum. Bulgar yazarı olduğumu anladığımda, iş işten geçmişti.” (s. 9) Camus, Sarraute okumuştur Popov, pipo içmektedir öğrenciliğinde, iyi bir yazar olmak için bütün koşulları yavaş yavaş sağlamaktadır ama Bulgarlık aşlamaz bir dağ olarak uzanır önünde. Esprileri hatırlar, anlatmaya başlar, Doktor Jivago‘yu okuyan bir Amerikalı hiçbir şey anlamasa da ilginç bulmuş metni, Rus küfrederek hasta karısının başına indirmiş kitabı, Bulgar yazar da okumaya karar vermiş ama kitabın Bulgarcada yayımlanmadığını öğrenmiş, 90’lı yılların başlarında. PEN kongresine davet edilen yazarlardan biri Amerikalı, biri Rus, diğeri Bulgar, Amerikalı Köy‘ün fotokopisini istemiş, Rus Doktor Jivago‘yu, yaka kartını takmayan Bulgar gitmiş, fotokopileri çekip gelmiş, birini birinin kafasına, diğerini diğerinin kafasına vurmuş, hangi metni kimin kafasına vurduğu önemli değil. Tüm yazarlar Bulgar’ı tebrik etmişler, sonra uzun süre adamın kim olduğunu düşünüp durmuşlar. Maddenin tüm hallerinde bulunuyor Bulgar yazar, bir şekilde somutlaşmaya çalışıyor, debeleniyor. “Eli ayağı düzgün diyebileceğimiz her Bulgar yazarının amacı, bu belirsiz durumdan çıkıp daha somut yaşam formlarına yönelmektir. Fakat edebiyat tarihçisi şaşırarak ‘Bulgarca yazıp da Bulgar yazarı olmama gibi bir durum söz konusu olabilir mi?’ diye karşı çıkacaktır. Peki, açıklayayım sana. Edebiyat, onu hatırladığın anlamda, artık yok. Etrafımızda birçok şeyin olduğu gibi, onun da kimyasal içeriği değişiyor. Dil ve bilgi dengesi bilginin lehine doğru kayıyor. Sadece olay anlamında bilgi değil bu; fikir, deneyim (dil deneyimi dahil), anlatım anlamında da. Dilsel deneysellik, sosyal deneyselliğe yol veriyor. Veya sosyal deneyselliğe dönüşüyor. Edebiyat, ulusal bir projeden, yavaş yavaş disiplinlerarası bir projeye dönüşüyor.” (s. 12) Sevincin kimyası, hüznün fiziği, biyokimyasal kurgu bir yana, doğrudan metinlerarasılığın örneği var öykülerden birinde, gelelim artık öykülere, “Bulgar Kondüktör”e gelince o muazzam metni de hatırladım, aradım ama bulamadım. Gecekuşu Kornelius zamanında fişekler patlatmıştı kafamda, Dezső Kosztolányi neydi öyle, Macar işi edebiyatın oyunlarıyla ilk karşılaşmamda aklımın iplerini saldıydım, Popov’un da bir ölçüde saldığını gördüm zira 1999’da Budapeşte’de toplanan Balkan yazarları bu metnin dokuzuncu bölümüne dair tamamlayıcı bir öykü yazma projesine giriştiklerinde az sayıda yazar tutmuş sözünü, Popov onlardan biri. Esas metinde Kornelius trene biner, karşılaştığı Bulgar kondüktörle selamlaşır, adam uzun uzun bir şeyler anlatmaya başlayınca bildiği iki sözcükle mukabele eder: “evet” ve “hayır”. Ne anlatıyor peki kondüktör, öncelikle sadece Doğu-Batı koridorları arasında dolaşıyor, gidebileceği başka yer yok ama Batı’ya da geçemiyor pek. Kıps. Kornelius’un anlattıklarını anlamadığını biliyor elbette, trende karşılaştığı bir yabancıya ne anlatabilirse onu anlatacak yani, hayatının en büyük sırrını. Yine geçişsiz, kapana kısan yolculuklardan birinde adamın biriyle karşılaşıyor kondüktör, sigara içiyorlar, kafalar güzel. Kompartımanda biri daha var, birlikte aşağı atıyorlar adamı. Bu. Kornelius’un anlamaz gibi durabileceğini düşünüp işkillenir kondüktör, yine de hikâyeyi içinden çıkarıp atmıştır, ne olursa olsun. Hikâye anlatıcılığının doğası, sırların insanda açtığı oyuk, eşelenen mevzular bunlar. Diğer öykülerde ne var, feminist devrim gerçekleşirken katledilen erkeklerin son temsilcisi olarak dünyaya dönmek üzere olan astronot -kozmonot mu demeli- panik içinde, Bulgar bir hayırseverin bursuyla ABD’ye gidip Siyahilerin arasında kalan, “Amerikalılaşan” adamın geçirdiği ilginç ve matrak değişim ki adam kendine ayarlamıştır bursu, hayırsever de bunun olacağını bildiği için ders verme peşindedir, bir de çevirmen Ante Simiç’in öyküsü var ki Popov’un en Gospodinov öyküsü bu, belki tam tersi. Anlatıcının bir öyküsünü Sırpçaya çevirmiştir Simiç, onun dışında hiçbir ilişki yok, konuşmuşlukları yok, anlatıcı pişman. Telefonu varmış da aramamış adamı, muhtemelen aynı telefondan aranmış da bombalı saldırıda öldüğünü söylemişler Simiç’in, artık arayabileceği bir telefon yok. “Bütün ölülerin telefonları Aziz Peter’ın defterinde saklanır. Belirlenen gün geldiğinde Tanrı Baba onları arayacak ve telefonun üçüncü çalışından sonra hemen dirilecekler. Ne telefon trafiği olacak ama!” (s. 39) CNN, BBC, her yerde Yugoslavya’daki savaş var ama Simiç’e dair hiçbir şey yok, oraya gidip Simiç’in ailesiyle tanışmaya karar veriyor anlatıcı, yallah trene, tuhaflıkların tam ortasına. Sirenler çaldığı zaman herkes sığınaklara koşarken yerinde duran bir anlatıcı, gökyüzündeki yıldızlara bakarak Simiç’in yerini tayin etmeye çalışan yazar, sesini çoğaltan adamı arıyor. Muazzam bir öykü. On numara beş yıldız öykücü Popov.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!