Alpay’ın yeşerttiği umut, işte, 1990’ların gençliğinde ne görüldüyse. Sağlam eleştiriyor yine Alpay, tüketim toplumunun tükete tükete bir hal olduğunu anlattıktan sonra gençliğin büyükleri gibi yapmayacağını söylüyor. Yarınları gençliğe indirgeyince şaşırtıcı manzaralarla karşılaşmıyoruz, okulda yaşamlarına şahit olduğum gençliği düşününce bugünkünden daha kötü bir dünyada yaşayacağımızı öngörüyorum. Örneklemin yetersiz olduğunu sanmıyorum, ortalama var karşımda, ortalama oysa yarın budur. Ama: umut edilecek, ayaklar ne kadar yere basıyorsa o kadar, fazlasında pırıl pırıl yarınlar görünüyor, kanıyor insan. “Bir gün gelecek, Cadde’de yürüyen gençler, kalıplaşmış tüketim modellerine ‘Hayır’ diyecekler. Tek boyutluluktan kurtulup, akıllarının ve sağ duyularının gücüyle doğruyu bulacaklar. Yaz işlerinde çalışarak para biriktirip seyahat edecekler. Televizyonda eğitici program izleyebilecekler.” (s. 27) Bunun bir karşılığı yok, Alpay’ın eleştirdikleri aslında gençliğin yetişkinlikte de yapacağı şeyler, yani atışlar yanlış noktaya. “Süper çocuk” yanılgısı ile büyütülen çocuklar kendi süper çocuklarını büyütmeye başladılar, asıl eleştiriyi onlara mı yöneltmeliyiz yoksa çok daha yukarılara, bu çarpıklığın nesiller boyunca sürmesini sağlayan rıza üretim merkezlerine mi? Bir neslin şak diye aydınlanması gerçekçi değil, daha temelden bir mücadeleye ihtiyaç var ki şu an ortada yok. Düşünmeye, okumaya yönelmiyorlarmış gençler, yönelmeleri de pek bir şeyi değiştirmeyebilir kaynağa inmedikçe. Basit, dandik, belki önemsiz bir örnek vereceğim: Yaser. Umudum yok ama olur da değişir, gurur duyarım. Yaser yoksul bir öğrenciydi, meşhur bir vakfın ayak işlerini yaparak üç beş kuruş alıyordu oradan, harçlık. Şimdilerde iç savaşlarıyla meşhur bir cemaate bağlıydı, hâlâ öyledir herhalde, Doğu’ya okumaya giderken o cemaatin merkezine yakın olmak için özellikle bir üniversite, bölüm belirlemişti. Kitap kurduydu bu adam, kendime beş kitap alıyorsam ona üç alıyordum, sonra tartışıyorduk. Fikirleri fikir geçirmezdi, şaşıyordum, anlıyordu ama kabul etmiyordu okuduklarını. Bir yerden sonra ben de bıraktım artık, düşünce işlemiyordu adama, öyle gitti. Liseye, üniversiteye gelmiş adamın soru sormaya yönelip yönelmemesini konuşmak için çok geçtir artık, Alpay oralardan alıyor meseleyi de kritik evre çoktan geçmiş oluyor, bir şeyler kaçmış oluyor, değişim çok zor o noktada. Televizyonda erotik bir şeyler mi oynuyor, çocuklar izliyor mu, günümüzde sosyal medyanın yığdığı şiddetten etkileniyorlar mı, yine konuşulur ama bambaşka bir düzlemde konuşulmalı. Gençlik meselesinden sonra bir de modern sanatla ilgili bir bölüm var, optik oyunlarla yapılan enstalasyonlardan o kadar etkilenmiş ki Alpay, dördüncü boyuta “uzay” diyor, beşinci boyuta “zaman” diyor, gezdiği bir serginin yaratıcılarının söylediklerini tekrarlıyor ama kuramsal bir altyapı olmayınca fuarlarda dolanıp heyecanlanarak 2000’lerin başında uçan arabalarla gezeceğimizi söyleyenlerle aynı yüzeyselliğe kapılmış oluyor. Açıkçası çıkarımları, tespitleri parlak değil Alpay’ın, Burgazada ve ABD’yle ilgili yazıları dikkate değer bir. Çok canlı, hoş manzaralar var bu yazılarda, deneyimlemeyle eş zamanlı kaleme alınmışçasına.
ABD’nin kuzeydoğu bölgesi, teknik üniversite, gençlerin yurtlara taşınması. Arabaların arkasına depo takanlar var, odaları eşyalarla dolduracaklar. Çamaşır sepeti herkesin bir kez giydiğini bir daha giymemesinden ötürü önemli, göze çarpıyor. Çamaşırını kendi yıkayan büyümüş demektir, erginlik ayini gibi bir şey yapılıyor aslında. Kadın ve erkeklerin odaları yan yana, koridorlarda bornozlarıyla dolanıyorlar. Arabalar genellikle eski, yabancı öğrencilerinki yeni. “Bu ülkenin gençleri, tüketim toplumu kalıplarından sıyrılmasını becerebiliyorlar. Buna karşılık öğrenime gelen birçok yabancı öğrenci alışveriş ateşine yakalanıyorlar.” (s. 16) Çok büyük çıkarımlar ya, su götürür. Türkler var, şöyle konuşuyorlar: “Ahmet, kıza bak!” Birkaç mekân haricinde hayat evlere çekiliyor geceleri, yabancı öğrenciler partilemeye devam etmek istedikleri için gece kulüpleri açılmış, Arap öğrenciler Ajda Pekkan, Nilüfer, Kayahan falan dinliyorlar Türklerle birlikte. Kavga ediyorlar bazen, kendi şarkıları çalsın istiyorlar. Okul bitince büyük umutlarla memleketlerine dönüyor bu çocuklar, bazıları dönmüyor, iş güç. “Ah, Güzel Vatanım!” terzileri anlatıyor daha çok, terziler geldiler de dükkânlar açtılar Rochester’da, Türk Cemiyeti kurdular. Ali Bey var, o anlatıyor, 1966 yılında ilk terzi grubuyla birlikte oraya gelenlerden biri. Almanya’ya giden çok olduğu için ABD’ye göç edenler görülmemiş pek, çoklar oysa. Bond’s diye bir şirketin yetkilileri 1960’larda geliyorlar Türkiye’ye, altı ilde yetenek sınavı düzenliyorlar, beğenilenler Rochester’a götürülüyor. İşler iyi, tutunanlar ailelerini getiriyorlar Türkiye’den, ev alıyorlar, kök salıyorlar oraya. Toronto’dan folklor ekibi geliyor, bilmem nereden Türk sanatçılar, merkeze dönüşüyor kasaba. İlk kuşağın emekliliği gelmiş artık, yerlerine Türkiye’den yenileri geliyor, çocuklar okuduktan sonra başka işlere kayıyorlar çünkü. Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyorlar, hele 1980’den sonra. “Bu ülkede hangi devlet veya özel kuruluşta işiniz olsa, otuz kırk dakikada yarım İngilizcenizle bile sonuçlandırabilirsiniz. Oysa askerlik yaptığım, vergi ödediğim ülkemde bir işi izleyip bitirebilmek için kesin bir tanıdık ve uzun süre gerekli. Bu bizim gücümüze gidiyor diye ekliyorlar. Vatana dönsem Malatya’da ne yaparım? Bir diğeri ekliyor, Giresun’da ne yaparım?” (s. 119) Giresunlu Fatma torun torbaya karışmış artık, çocukları çalışırken torun seviyor o, pazarları Türk Cemiyeti Sesi radyosundan Dr. Kadri Bey’in sağlık sorularına verdiği cevapları dinliyor. Ontario Gölü var yakınlarda, hani memleket hasreti, deniz özlemi de yok. 4 Temmuz’u kutluyorlar, kabak yemeği veya dolma yaparak toplulukla paylaşıyorlar, kaynaşıyorlar. Geçen yıl Instagram’dan biri ekledi beni, Houston Türk Ev Yemekleri mi ne. Jeton takıldı önce, Houston’da liseden sıra arkadaşım Volkan var, on beş yıldır orada yaşıyor da ev yemekleri nedir? Abisi oradaydı, meğer ablası da gitmiş, dikiş tutturunca Amerikalıların uğrak yeri olmuş dükkânı. Alperen Şengün’le bir fotoğraflarını gördüm, dev gibi adamın yanında küçücük kalmış bunlar, matrak. 4 Temmuz, Ontario Gölü, “cinsel seçimlerini hemcinslerinden yana kullanan ve bunu saklamaya gerek görmeyen kadınlar, erkekler sevgilileri ile piknik yapıyorlar”, yağlı ve şekerli yiyecekler canavar gibi tüketiliyor, “şişman” insanlar eğleniyorlar. Eh, ABD anlatım daha da tatsızlaşmadan bitsin.
Burgaz’da ne var, çöp konteynerleri, heykeller, çeşme, Marta Koyu, Sait Faik. “Saaait Faaaaik” değil ama, malum ödülün töreninde sunuculuk yapan kişi, konuşma yapan Kültür Bakanlığı yetkilisi ve ödülü dokuz yıl önce alan kadın yazar -Feyza Hepçilingirler- öyle deyince kalkıp gitmiş Alpay, kulakları tırmalanmış. “Birçok özelliği yanında Sait Faik Türk dilini en iyi kullanan yazarlarımızdan biri. Bu adanın güzelliklerinin, doğasının dostu olan yazarı anma gününde, dile özenin geri plana atılmasına tanık oluyorum.” (s. 87) İlk “a” uzatılmayacak, basit. Çöp meselesi, eh, konteynerlerden birini kendi bahçesine koyan var, bilmem nerede atıl halde bırakan var, kısacası adalılar çevrelerine pek dikkat etmiyorlar. Değişimle ilgili, İstanbul’dan gelip taşınanlar bina yaptırmışlar eski evlerin yerine, kanalizasyonu denize vermişler, haliyle çöpü umursayan yok. Tek çöp kamyonu varmış adada, iki günde bir uğruyormuş, o sırada hayvanlar çöp poşetlerini parçalamazsa iyi. Toplantılar yapılıyor, temizliğin ne kadar süper bir şey olduğunu söylemekten başka bir şey yok, önlem alınmıyor. Adayı çok seviyor Alpay, bu yüzden bam bam eleştiriyor insanı da, belediyeyi de, eleştirilecek kim ve ne varsa. Çeşme yaptırılmış kocaman, onun yerine çöplere çözüm bulunsaymış ya, Sait Faik de şaşkınlıkla bakmazmış. Büstte bir yadırgama ifadesi.
Cevap yaz