Necmiye Alpay – Dilimiz, Dillerimiz

Neyin doğru ya da yanlış olduğunu öğrenmek için bir otoriteye başvurmak günümüz dilbilimine göre yetersiz bir anlayış Alpay’a göre, “Fetvacı anlayış”ta konu bu. Kesin hükümler verilemez, ancak sorunlara dikkat çekip önerilerde bulunulabilir. “Yanlış dedektifliği” değil Alpay’ınki, görece doğru kullanımlar için yönlendirme. Aksini resmî kurumlar yapıyor, şarkı sözlerini değiştirmeye kadar varıyor mevzu ki sanat eserlerinde tam bir özgürlük gözetilmeli. Editörlerle ilgili yazısı çok iyi mesela Alpay’ın, son kararın yazara ait olduğunu, editörün sadece önerilerde bulunabileceğini söylüyor ki çok doğru, Leylâ Erbil’e üç virgülün yan yana kullanılamayacağını söyleyen bir editör evlere şenlik olurdu. “Dediğim gibi, size tam yetki veren yazar ya da çevirmenler için sorun yok. Ancak, bilerek seçim yapanların, metnime dokunmayın diyenlerin metnine izinsiz dokunulmamalı. Uyarılacak ya da önerilecek noktalar varsa, ki her zaman olabiliyor, son söz yazara ya da çevirmene ait olmak üzere konuşup anlaşılmalı. Değilse, dil ve imla politikası sahibi olma hakkını dergilere ve yayınevlerine tanıyıp yazar ve çevirmenlere tanımamış oluyoruz. Oysa okurun gözünde birinci sıradaki sorumlu onlar.” (s. 244) Türkçenin yapısına bir aykırılık yok da yerleşik kullanıma mı aykırılık var, olur öyle. Olması da lazım, dile yeni bilgi, yeni kullanım gerek, çizgileri takip etmeden de üretilebilen, gıvış gıvış bir şeydir dil. “Türkçede böyle bir şey yok” argümanı Türkçede öyle bir şey olana kadardır, ben yaparım ve olur. Alpay bu konuyla ilgili Ömer Asım Aksoy’un hazırladığı sözlüğü eleştiriyor, örneğin “ikna olmak” yok da “ikna edilmek” var ama edilmenin edilgenliği yeterli değil demek ki, öznenin süreçte geçirdiği değişimi ifade eden olmaklık öne çıkıyorsa, böyle bir kullanım da söz konusuysa sözlüklere er geç alınacak. Pek çok yazıdan örnek veriyor Alpay, şu paragrafı durumu özetler sanıyorum: “Denebilir ki bizler işin bilimini yapmıyor, uygulamasına bakıyoruz. Ancak, böyle olması işin bilimini göz önünde tutmayı engellemediği gibi, gerekli de kılıyor. Bilim her zaman doğru söylediğinden değil. (Kuralcılık da bilimdendi.) Birincisi, insanın ufkunu genişletip düşünme, bilerek konuşma olanağı verdiğinden. İkincisi, dilbilim yazılarında, kesinleyici dil de içinde, eleştirilecek pek çok Türkçe uygulama sorunu bulunduğundan!” (s. 16) Buradan imlasızlığa varıyorum, Metin Üstündağ’ın son derece tırt açıklamalarına göre 1990’ların sonundaki Leman ve Öküz‘de sıklıkla karşılaşılan hatalar dilin değil, hayatın kendisindeymiş, yani düzeltiler hayatı da düzeltirmiş ama düzeltilecek ne varmış, yamukmuş zaten her şey? İmlasına dokunmadan yayımlanan yazılar için not düşülür, o da yok, bu bir tercih ama Metin Üstündağ’ın yazılarında imla yanlışı pek az? “Dilin standartlaşması kapitalizmin işlevidir denir, galiba da doğrudur. Standartlaşmaya karşı durmak sisteme karşı durmaya yarayabilir mi? Sorulur mu! Argo, çeşitli jargonlar gibi alanların böyle bir yanı olduğu, en azından bir korunma sağladığı bilinir. Ve her yazdığı benzersiz Ece Ayhan… Ama, bütün bu ‘imlasızlıklar’ düzanlamıyla imlasızlık değil ki. Tümü de bilerek yapılıp belirli yorumlara olanak sağlayan, amaçladığı anlamı ya da daha fazlasını veren ‘imlasızlıklar’.” (s. 19) Sadece dil sorunlarını ele almıyor Alpay, uygulamadaki tutumları güncel örnekler üzerinden değerlendiriyor, pek iyi yapıyor. Tabelalarla ilgili toptancı tutumların eleştirisi siyasi uygulamalardaki alanlara açılan bir kapı gibi görünüyor, sonrasında “anadili” bahsi üzerinden Kürtçeyi toplumsal ve siyasi anlamda değersizleştiren kullanımlarla ilgili bölüm geliyor ki hâlâ günceldir mesele, Alpay başlı başına bir bölüm ayırmış bu konuya, politikacılarla sanatçıların söylemlerini eleştirerek dil hiyerarşisinin çarpıklığını göz önüne çıkarıyor. Demirtaş Ceyhun’un “anadil=başlıca dil” anlayışı ona özgü değil, yaygın anlam özellikle TDK eliyle güçlendirildiği için egemen dil olarak Türkçe görülüyor, vatandaştan Türkçe konuşması “rica ediliyor”, köylerin isimleri değiştiriliyor, arındırılıp standartlaştırılan dil üzerindeki çalışmaların çıktıları arasında toplumsal ve siyasi baskı var kısacası. Alpay’ın ikidillilik açıklamaları uygulamada oldukça verimli aslında, çokdillilik hatta, her topluluğun kendi anadilini özgürce kullanabildiği bir atmosfer tadından yenmez.

Çok mesele var Alpay’ın incelediği, birkaçıyla potpuri eyleyeceğim. Kişi adlarının yazılışında resmiyet faktörü var, mahkemeye gidip -bu mahkeme bahsi de upuzun bir bölümde inceleniyor bu arada, hani mahkemeye gitmek, mahkemenin sonuçlanması falan, “mahkeme” aslında binanın mı adı, salonun mu adı, yoksa “dava”yla aynı anlama da gelebiliyor mu, otuz iki kısım tekmili birden- soyadını değiştirmediği müddetçe Cemal Süreya aslında Cemal Süreyya’dır ki değildir, Cemalettin Seber’dir. Liman Mehmetcihat’ın annemin memleketinde çalıştığını öğrendim, umarım bir gün tanışırım zira sıkı şairdir. Adı başkadır mesela. Bunun yanında “Nâzım” dememek saygısızlık, Attilâ İlhan’ın kıyameti kopardığını duymuş Alpay ki ben de bir yerde okumuştum, çok kızarmış gerçekten İlhan adını doğru söylemeyenlere. Alpay’ın bu konuyla ilgili değindiği bir başka sorunu ben de sık sık düşünürdüm, aydınlandım: Hagop Martayan’ın yaşamına bakınca bir tür budamaya gidildiğini anlıyorum, “Dilaçar” soyadını Atatürk vermiş ama ad kısaltma da onun eseri değildir herhalde, A. Dilaçar ne oluyor? Agop Dilaçar.

“Bütün” ve “tüm” arasında nüans. Eksikliği, parçalılığı düşününce oturuyor aslında, dikkatli kullanınca anlamı da doğru aktarmış oluyoruz. Tosuner’in buluşlarını görünce sevindim, Alpay virgülden sonraki tek kısa çizgiyi bir tür basamak olarak görüp metni derinleştirdiğini söylüyor, daha da pek çok icadı vardır Tosuner’in ki boşlukların genişliğini bile hesaplamaya kalkmışlığı, dizgiye el atmışlığı vardır. “Tosuner’inki gibi bilinçli ve verimli kullanımlar için, kitapta yeri yok diyemeyiz. Araç amacın önüne geçmesin istiyorsa, böyle durumlarda kitap arkadan gelmek zorunda.” (s. 67) Bağlaçla virgülün ilişkisi, Alpay bu konuda da aydınlattı, bazı bağlaçların virgüle ihtiyacı olabilir. Bağlaçlardan sonra iki nokta gelebilir, altlı üstlü veya yan yana. Konuşmalar var kurmaca metinlerdeki, Mustafa Okumuş’la konuşmuştuk bunu, ben virgülü savunmuştum da noktaya tavır koymuştum. Karakter bir şey diyor, dediği tırnak içinde, tırnaktan önce ve konuşma bittikten sonra nokta konursa zihnimiz nokta gördüğü yerde bitiş iletisi aldığı için tökezliyoruz gerçekten. Virgül konsun veya hiçbir şey konmasın, yazarın tercihine göre de nokta oldu mu zihin itiliyor, sevmiyorum. “Kaliforniya” var, ben “California”yı tercih ediyordum ama Alpay’ın dediği mantıklı: Türkçeleşmiş şeklini kullanmak gözü rahatlatıyor. “Texas” yerine “Teksas” örneğin, burada “Teksaslı” diyebiliyoruz ama “Honolulu”da iş karışıyor. Gerçi neden karışıyor, bunun Türkçeleşmesine gerek var mı ya da yazılışı bilmeyen birine de doğruyu göstermek zorunda mıyız, ben “Honolululu” demek isterim. Bilmeyen için “Honolulu’lu”yu kullanmak gerekiyor bu kez, makul. Ama değil ya, “Honolululu” dendiği zaman ekin yanlışlıkla tekrar kullanıldığını mı düşünecek? Bilemiyorum, anlamak ve kafayı çalıştırmak için Alpay’ın yazılarına sık sık döneceğimi düşünüyorum. “Liverpool’lu” oturdu mesela, Türkçeleşmiş olsa “Livırpullu” derdik. Oy Livırpullu. Türkü gibi. Çeviriden kaynaklı sorunların açıklandığı bölümler de iyi, İngilizceden gelen virgüller, bağlaçlar misal, hani çeviriyi çeviri kokutan şeyler. Konuşmalarla ilgili son bir şey, Alpay temayüllerden bahsediyor da paragraf başı yapılarak verilen konuşmalar olsun, paragrafa gömülü konuşmalar olsun, çok çeşitli kullanımlara denk geldiğim için konuşmalar için bir standart belirlemek zor aslında. Olay akışına dahil olan konuşmalar var, başlı başına konuşmalar var. Yazarın niyetine göre.

Özetliyorum, bu kitap okunmalı. Evet.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!