Kasabalarımız vardır. Bu kasabalarda bir şeyler olur. Deliler gezinir, taşlanır, mahallenin çocukları koştururlar, yazları çalışırlar, kışları yine çalışırlar veya okula giderler, işçiler sabahları işe gidip akşamları işten dönerler, işsiz kalırlarsa eylem yaparlar. Özellikle ülkemizde eylem sıklıkla yapılan bir aktivitedir, bugün Türkiye eylem haritası sosyal medyada paylaşıldı da toplu olarak görebildik, maşallah ülkenin dört köşesinde eylem var. Yani küçük insanların küçük hikâyeleri vardır, bu küçük hikâyeler öyküyle kocaman hale gelir, insanlar büyürler, büyürler, bütün kadrajı doldururlar. Kavukçu kocaman gösteriyor insanları, kasaba o kocamanlığı taşıyabiliyor, gerçi taşımayacak da ne yapacak, sırf bu insanlardan ibaret dünya. Dil de biraz parlakça olduğundan yiyor öyküler. Yeriz yani, iyi değildir, kötü de değildir, özellikle ilk kitap için düşündüğümüzde yeterlidir. Tekrarlar hariç. Kediler yanan sobaların etrafında dolanır, sobalar önce çıtır çıtır, sonra harıl harıl yanar, mahallenin havası boğucudur, can sıkıntısından infilak etmemiş insanlar öyküye dönüşürler. “Pazar Güneşi”nde üç tanesi var böyle, kafadar çocuklar pazar günlerinin tadını çıkarmak için “dört film birden”e gidiyorlar, yolda kedi taşlıyorlar, bilmem ne yapıyorlar, biri boyunun eriştiği camdaki kızı korkutarak cama tükürüyor, uzuyor. Taşlanacak, tükürecek gün değil o gün çünkü camdaki kız, Gül, sokağa atıldığı gibi başına geleceği bilmiyor, kendisini korkutan çocuğun ileride onunla evlenmek istediğini hiç bilmiyor, kaza geçiren insan ne yaparsa onu yapıyor. Güneşli gün bir araya getiriyor insanları, Gül’ün ninesi feci kazayı duyduğunda evinin duvarları yıkılıyor, camda Gül’ün öldürdüğü sineğin lekesi büyüyor, bu lirizmdir. Çocukların gezinişleri son derece epiktir, mahallenin yaramaz kontenjanını doldurup yapmadıkları iş bırakmazlar. Bir de yerli yersiz genişleyen insanlar var, örnek: “Formika tutkalı, vernik, cila ve sümük kurusuyla bezeli iş giysilerini giyerek, iki parmağını bıçkıya kaptırmış patronun —beş vakit namaz, ana avrat küfür, günde iki paket sigara ve yirmi çay— dükkânına gidip parça başı portatif masa iskeleti çakacak, zımpara ve vernik atacaklar.” (s. 6) Uzun mesafe zıplamalar, bilgi topakları. “Selo’nun Kuşları”nda hastalığı yüzünden eve hapsolmuş bir adet çocuk ve çocuğun serserilerle arkadaşlık etmesini istemeyen, korumacı bir anne var da Selo serseri değil, annesini yitirmiş, babasının madde bağımlılığından çok çekmiş bir çocuk. Okula gitmez, kardeşiyle kendi için para kazanmaya çalışır, komşuların yardımlarıyla yaşar giderler. Çocuk camdan baktığında hem meydandaki adamları hem de Selo’yu görür, anlatıcı yine topağı fırlatıp Selo’nun gündelik yaşamından bir kesiti yapıştırır öyküye, sonra arkadaşının hastalığı yüzünden evden çıkamamasına üzülen Selo açık saçık hikâyeler anlatmaya başlar. Çocuk başka bir şey ister, avladığı kuşlardan getirirse Selo’yu baş üstünde tutmaya devam edecektir. Selo sevinçle kışparası tarzı bir adı olan kuştan avlamaya gider, avlar da, getirince çocuğun annesinden paparayı yiyecektir ama. Hüzünlü bir öyküdür bu, Selo piyasadan kaybolur, meydan da boştur artık, çocuk bomboş manzaraya bakar anca. Ötelenmiş, itelenmiş, itiklenmişlerin hikâyelerine devam, sırada Sarı var. “Sarı”. Bu çocuğumuz kuşçunun oğludur, pek çok kardeşi vardır ama Sarı bir tanedir, ilgisizlikten kendi dünyasını yaratmış, özgünlüğüyle çocukları korkutunca onların alayına, öfkesine maruz kalmıştır. Ne ki yaşar gider işte Selo, şöyle: “Sabah sabah, daha ortalık ışımadan düşüyor yola. Kedilerin başlarını eğip ağır ağır ve güven içinde yürüdükleri arsaları geçiyor. Bu saatlerde bir çocuk soluğuna alışkın olmayan sokaklar yadırgamıyor onu. Tanıyorlar. Saçak altına sere serpe uzanmış köpekler de tanıyor kısacık ayak seslerini ve başkalarını bile kaldırmadan, yalnızca kulaklarıyla izliyorlar geçişini. Sıcak ekmek kokularıyla kuşatılmış caddeye çıkıyor sonra. Donuk ışıklı vitrinlerde alçıdan adamlarla kadınlar önlü gözlerini ona dikmiş ve hep birden gülümsüyorlar ona.” (s. 19) Saat kulesine takıktır Selo, işe gidip bir ton fırça yemekten onu kurtaracak tek şey saat kulesini cortlatmaktır. Hayal olarak kalır bu, kısacık, genişletilse sahnenin ötesine geçecek öykü belki, geçemiyor. Röportaj öykü, belki. “Çocuksun daha deyip sigarama darılma; bende hiç çocuk suratı var mı? Çocuk olsam sokaklarda oynarım di mi? Okul önlüğünü ne zaman çıkardım, oyunları da o zaman unuttum. Birden adam oldum abi…” (s. 21) Toplumcu damar güp güp attığı için başka sese yer kalmıyor, bu durumda Sarı’nın traktörlerin ardına takılan römorkları imal eden bir atölyede çalışmasıyla balıkçı teknesinde debelenmesi arasında fark yok, tercihler vasıta olarak görülebilir, asıl bu çocukların çocukluktan uzak yaşamları önde. “Gecenin Ardında Kuyruk” böyle değil, biçim daha zengin. Gecenin sahiplerine, geceyi taşıyanlara, sırtlayanlara dönük öyküde Karasu’nun Gece‘si de yankılanır biraz, iyidir. Otobüs yolculuğu, uyuklayan yolculardan bazılarının yaşamlarına derinlerden bakışlar, torununu görmeye giden kadınla on üç yaşında beyni dinle yıkanmış çocuk, diğerleri, o geceyi yüklenen kim varsa hepsi birbirine bağlı zira otobüsün başına bir iş geliyor ki o iş hepimizi bir yerde bağlamaktadır, biz de geceyi taşıyoruz ve başımıza gelenlere üzülüyoruz, gelmeyenlere de üzülüyoruz, hasılı her türlü üzülüyoruz da yolcular gibi umut ediyoruz, sonra etmiyoruz. Hayat.
“Demokor” kasabanın bir yerinde, sallıyorum, elma bahçelerinin bittiği yerde, henüz parsellenmemiş alanların çalılarla bölündüğü kısımlardaki metruk bir yapıda yaşayan kara sakallı, kara saçlı ve koca paltolu adamımızın öyküsüdür. Hayalet değilse tabii. Hayaletse de adam, hiç fark etmez. Çocuklar basarlar mekânı, sapanla taş yağmuruna tutarlar da çıkaramazlar Kara Suavi’yi oradan, emin de olamazlar hayalet olup olmadığından. Bir iki taşlama, sonradan adamımız ortalıkta dolanmaya başlar da deli olduğu anlaşılır. Demokor derler adına, zaman zaman beslerler, sıklıkla üzerine gelirler, bizim fenomen Âdem Reis gibi biridir aslında. Çocukların kuş peşinde koştukları bu öyküde de söylenir, anlarız ki taşrada, kasabalarda kuş beslemekten, avlamaktan başka yapılacak pek bir şey yoktur. Zafer Doruk bereketli topraklarda kuş beslemeyi anlatıyor, atmaca avını anlatan yazarımız, kimdi o, Artvin’in dağına tepesine bakıyor, Kavukçu da, neresidir, orada kuşları sürüyor yine öne. Neyse, bir gün çok kızdırırlar bunu ki cebine attığı elinde bir şey belirsin artık. Belirir: oyuncak tabanca. Millet altına işer gülmekten, iyice sarakaya alırlar bizimkini. Kahveye çağırırlar, saçma sapan şeyler sorarlar, Demokor ses çıkarmadan dudaklarını oynatarak bir şeyler anlatmaya çalışmaktan başka hiçbir şey yapmayınca yemek ısmarlayan, müşfik adam bir anda sığıra döner, adamı kovar oradan. Nihayet ölüsünü göreceklerdir çünkü delilerin ölmeleri gerekir ki kasabadan öykü çıksın. Bilirsiniz, kasabaya dair iyi öykülerin iki özelliği vardır, ya deliler ölür ya da kasabaya ölü bir adam gelir. “Bıldırcın Yağmurları”yla bitireyim, farklı bir şeye rastlamadım gerisinde. Bu Alibo’nun elinde çay bardağı kaybolur, gözünde şimşekler çakar, emdiği sigara fsüyup diye dibini buluverir, öyle bir adamdır Alibo. Anlatıcıyla aralarında tabii ki arkadaşlık vardır ve hikâyesini tabii ki anlatır Alibo, bıldırcın avına dair bildiklerini, yaşama dair bilmediklerini anlatır. Ava beraber çıkarlar bir gün, kuş peşinde ömür. Avladıklarını anlatıcıya getireceği yerde iki şaraba değişmiştir Alibo, geçen gün neden gelmediğini söyler böylece. Av etiği mi, ava çıkmadan önce hiçbir gizemin kalmamasına dair bir ritüel mi, her neyse. Öyküler yani, okurken sıkıldım ama okunmalı, önemli bir yazarın başlangıç noktasını görürsünüz. Ha, “Anahtarlı Hayalet” diye bir öykü vardır, adının berbatlığı dışında dört dörtlük öyküdür, onu ayırıyorum.
Cevap yaz