Gyula Hernádi – 32 Saat Özgürlük

“A” diyelim, adamımız hayatında ilk kez bütün bağlarından kurtulmuşçasına dolanır şehirde. Özgürlükten kasıt, A’nın eşi İlona’nın doğum yapmak üzere hastaneye yatmasından taburcu oluşuna kadar geçen sürede hergelelik etmektir A için, halbüse cebindeki paraya bağımlıdır, kaynanasına bağımlıdır, dizginlenemez libidosuna zaten bağımlıdır, arzularını dindirmek için sarf ettiği emek özgür olmadığını gösterir ama bağlam önemlidir burada, dört yıllık evliliğinden, aileden, çocuktan kurtulmak A’ya hiç tatmadığı zevkler için alan sağlar, satın alınmış alan. Harcanmış alan. Zavallı alanlar, A’nın kısıtlı hayal gücünün özgürlük temsilleri o kadar zayıf ki tramvayda kalça ellemek kaçışın en büyük göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Metnin değil, A’nın vasatlığından bahsediyorum, atom bombasının korkunçluğuyla felç geçirmiş(!) karakter küçücük bir alanda döne dolaşa çıkış kapılarını bulduğunu düşünüyor, sıradan bir örüntüde peynir parçalarını takip ediyor aslında. Kız rahatsız olup iki ihtiyarın arasına sığışıyor, sonra iniyor tramvaydan, A da inip Baros Meydanı civarında takip ediyor kızı. “Parmağına bakmıştım, yüzük müzük yoktu. Hem evli de olsa ne var yani. Hattâ belki daha da iyi böylesi. Daha basit çünkü. Daha kolay. Vazgeçiyorum ardından gitmekten. Yorgunum. Ne yorgunu, bitkinim bitkin.” (s. 18) Neyini takip ederiz bu karakterin, metni okumaya devam etmemizi sağlayan nedir, öncelikle çevirmen Cemal Süreya’nın sesini duyarız sözcük tercihlerinden ötürü. Yerelleştirmeyi aşırıya kaçırdığı olur ama A’nın düşüncelerinin hasoluğu silinmez bu çeviri üslubunda, Süreya özü ezmemiştir. Sonralıkla A’dan fışkıran çağrışım zenginliğine, mizah anlayışına, kara gülmecesine tutulmak kolay. Sıradan erkektir davranışlarına bakınca, şaşırtmaz, öngörülebilirdir ama düşüncelerinin taşacağı nokta belli değildir, nereye taşacağı da belli değildir, hayret ettirir bazı. Kızı takip ediyordu en son A, peşi bırakıp evine gider, İlona’nın ışıkları kapatmayı unuttuğunu görür. Hamile eş uykuya dalmıştır, doğurmasına pek kalmamıştır, moralini yüksek tutması gerektiğini biliyorsa tartışmaları normalden daha çok acı vermiştir. A tam bir dallama olarak üzerine düşeni yerine getirip entipüften meseleler yüzünden eşine çıkışır, mesela kaygılanan kadını sakinleştirmek için doktor çağırması gerekir ama çağırmaz, hayvan herifi evinde görmek istemediğini, zaten doktorun hiçbir işe yaramayacağını söyler. Kestirip atamaz da, kadının acı çektiğini görünce doktoru giderler, A sokaktan manzaralar sunar o ara: “Koyun gibi yürüyen insanlar. Boyunlarına astıkları fotoğraf makineleri koyunların çıngırakları gibi sallanıp duruyor. Yanından geçtikleri içkievi sarhoş yaygaralarıyla sarsılıyor. Kapıda bir polis memuru; bir lâmba gibi üstüne beyaz gömlek geçirilmiş, sarhoşlar gibi ayaklarında kara pantollar. Önündeki sisli aydınlığa bakıyor. Şu içinde bulunduğumuz cumartesi günü gibi yorgun bir hali var.” (s. 26) Hastanedeler, pencereden gar görünüyor, trenler küçücük. Zihinsel gezinti için uygun an, yola tren tasvirlerinden çıkıyoruz, A hiçbir zaman tren gibi tren çizemediğini söylüyor, sadece dikdörtgenler. Trenlerin nasıl çizileceğine dair pek bir şey bilemediğimiz zamanların yetişkin zihnimizde hatıra olarak belirmesi burukluk mudur, biraz, ev çizemeyişim bana ev çizemediğimin anısı olarak döndüğü zaman üzülürüm çünkü ev gibi bir ev çizememek aslında pek bir şey çizemediğime, sanatla pek uğraşamadığıma, evlenemediğime, nihayetinde hayatta pek bir başarı elde edemediğime, hayat karşısında yetersizliğime denk düşer, mavi evi hatırladığımda kendi seçimimin bu yetersizliği bir parça örttüğünü düşünürüm çünkü tercihim vardır beceriksizliğimin içinde, beceriksizlik benim elimdedir sanki, bilinçli bir beceriksizlik. Diyorum, A’nın trenler boyunca anlattıkları benzer bir yere çıkıyor mu, merak ediyorum, o koyu mavi koridorun tek bir rengi olduğundan bahsederek hikâye boyunca değineceği seçeneksizliğin mikro biçimlerini yansıtıyor aslında, sonlara doğru bütün yaşamını altüst edecek sağlık sorunu yüzünden özgür iradesini Tanrı’nın lütfu için terk edince şeylerin şey olarak daha kolay çıkışlar sağladığını anlıyor muhtemelen. Olan şeylerin olduğu gibi olduğundan başka hiçbir şey yok. Tanrı’nın dokunuşu hariç, tabii Tanrı’yla birlikte şüphe de tanrılaştığı için sadece izlendiğine dair tuhaf bir duyguyla dolan bilincinden doğan acıyı çekmeye devam edecek A, işler istediği gibi gitse de ayırt edemeyecek bir türlü: öyle davrandığı için mi öyle oldu yoksa bir dokunuş, nefes var mıydı eyleminin arkasında, muğlak. “Ne zaman garların önünden geçsem ve sıra sıra uzun vagon dizileri görsem hemen aklıma dünyadaki gerçek tirenlerin oyuncak tirenlerden çok daha fazla olduğu, çocukların pek az bir şeyle yetindikleri gerçeği gelir.” (s. 29) “Altmış tonluk melekler” gelir benim aklıma, iradesi elinde olmadığı için Tanrı’nın yolunda ilerleyen melek. Steven Wilson’dan. A’nın dinlediği şarkılara, değil, eserlere baktığımızda klasik müziğin müstesna ezgileri de girer metne, çok küçükken annesiyle gittiği oyunların görüntüleri canlanır zihninde, her şey sanatla gerçeğe döner ve tam tersi.

Rahim yolu açılmış, A’nın gitmesi gerek çünkü yapacağı pek bir şey yok artık, bekleyecekler. Özgürlük! 32 saat! Merdivenleri zikzaklar çizerek iniyor A, sonra aynı şekilde çıkıp tekrar iniyor çünkü özgür bir adamın yapacağı ilk şey, herkesçe bilinir, merdivenlerden zikzak çizerek inmektir. En aşağı bir hafta yatacağını düşünür A, İlona kendine gelene kadar uzunca bir zamanı vardır. Aslında yoktur ama sürprizi öldürmeyelim, vardır. Aslında İlona’yı sever A, gerçekten sever ama daha çok sevilmeyi sever, sevmeyi sever, yani içten patlamalı bir aşk motoru olmadığı için kendisini en çok sevene dolanmıştır, can sıkıntısından çocuk da yapmıştır işte, dört yılın sonunda vardıkları nokta yumuk yumuk bir insan yavrusudur. Yazıp yazıp sileceği, tekrar yazmaya çalışacağı bir metin değil bu, işyerinde sürekli aynı şeyleri yapmaktan bıkan A özel hayatında farklı sonuçlara yol açacak eylemlere balıklama atlamaya hazır, üstelik tek bir kez yapabilecek her şeyi, geri dönüş yok. Ne yapar, tanışlarının olduğu mekâna gidip içer bir güzel, cebindeki paranın önemli bir bölümünü masada bırakır ki o paranın üzerine biraz daha koyup İran halısı veya araba almayı düşünmüşlerdir İlona’yla, tüketimin dandik neferleri olmaktan da bıkmıştır A, bu yüzden zar zor biriktirdiği parayı ezmeye başlar. Savaş sırasında tutsak düştüğünü öğreniriz laf arasında, tutsaklığın utancına dair sohbet. Marksizm geçiyor laf arasında, yoldaşlığın bıktırıcı yakınlığı, bireyin piyasadan silinmesine dair reddedişler, bilmem ne. Giriş yazısında durumu anlatan önemli bir paragraf var, ideolojik bombardımana tutulan Macaristan’da zaman o kadar hızlı ve kutuplaşmalar o kadar sert ki borazan entelektüeller dünyanın tepetaklak olmasıyla vadettikleri dünyayı da toparlayıp çekiliyorlar piyasadan, yerlerini bağımsızlık düşkünü yazarlar alıyorlar. Burjuva değerlerine tepik vuracaklar da ellerinde pek bir şans yok, daha doğrusu yine tüketime yaslanan bir eylem silsilesi var, çıkışsızlık her çabayı hacamat ediyor. İlona’nın ayakları? Nasırlı. Evliliklerinin ilk yıllarında öyle değildi, zaman geçtikçe çekiciliğini yitirdi. İlona’nın annesi eşinden korkuyor, A biliyor bunu, kadını tahakküm altına almak için kayınbabasının taktiklerini kullanıyor muhtemelen. Bebeğin sağlığı tehlikeye girince, işte asıl özgürlük orada başlıyor. Bitiyor ya da. Gönüllü tutsaklık mı demeli, daha büyük olduğunu düşündüğü bir güce bırakıyor kontrolü A, kendinden daha büyük bir etken. “İşte özgürlüğün meyvesi. O kadar tutkuyla beklenen ünlü özgürlük bu işte! Niçin bunca tutkuyla bekledim onu? Onunla ne yapacağımı sanıyordum? Elime bir bıçak verdi özgürlük.” (s. 123) Derinleşmeden fışt diye giden metin, sahafta denk gelen kaçırmaz.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!