Erdem’in yeli gezdirdiği metinler de anlık görüntüler sunuyor, görüntülerin ulanmasıyla bir devinim oluşuyordu ama hareketle birlikte figürler, insanlar, hayvanlar, doğa da aynı önemle, özenle kuruluyordu, sanki yel olmasa donuk bir doğanın, natürmordun betiminden başka bir şey çıkmayacaktı ki, fotoğraf hikâyeleri iki kat natürmorttur, hatta üç, çünkü fotoğrafının çekildiğini bilen insanların donuşu gerçek donuştur, tekniğin icadı değil. Ahmet Karcılılar kitabını yazmıştır bunun, Erdem biraz daha farklı bir şey deniyor, bu kitabında da. Anlar, anların anlamı, gözlemcinin/anlatıcının gerçeğe kattığı veya gerçekten götürdüğü bir arada, hem irdeleme hem gösterme, karışık. “ada” mesela, kameranın gösterdiği hemen değişebiliyor, anlatıcının keyfince. Su durgun ve berrak, küçük titremeler dolanıyor üzerinde, şamandıraya tünemiş karabatak tüylerini kurutuyor da başka bir hayvan dikkati çekiyor asıl, hareketli anların yaşanmasına sebep. Büyücek bir sığırı sandala bindirmeye çalışan adamların yanında başörtülü bir kadın var, sağa sola emir yağdırdığı ölçüde işe yaramıyor, adamlar zaten nasıl bindireceklerini bilmiyorlar koca hayvanı, debeleniyorlar. Anlatıcıya göre umutsuz vaka, kaos, zaten ne diye bindirecekler, kesmeye götürmek için mi? O zaman hayvanın yanında anlatıcı, yine de gerçeği öğrenmek istediği ve anlatıcıların bütün haklarına -duvarın içinden geçmek, havada durmak, kafaların içindekileri bilmek- sahip olduğu için bir koşu -bir uçu- ahşap eve gidip bakıyor. Çıt yok. Mutfak, oturma odası bomboş. İçeride yaşlı bir kadın yatıyor, dişsiz ağzı yüzünden alt çenesi burnuna binmiş, belli ki hasta. Elindeki kalınca kitap Kuran olsa gerek. Ölüm döşeği. “Şimdi bu iki sahneyi birleştiriyorum da… Demek ki bu gariban aile ölüm döşeğindeki annelerinin ilaçlarını almak için para bulamadı. Ellerindeki tek hayvanı satmak için kasabaya götürüyorlar. O parayla ilaç alıp adaya, annelerine getirecekler. Belki onu birkaç gün daha yaşatmak için…” (s. 57) O sıra bindirmişler sığırı, yola çıkmışlar bile, demek ki anlatıcının arkasında gözleri yok, anlattığını görüyor veya gördüğünü anlatıyor sadece. Becermişler ya, alkışlıyor, sevmiş aileyi, açık yollar diliyor. “bön” ne güzel, avarelik yapan işçinin, yarı zamanlı işçinin, hadi keyfince işçinin peşinden gizlice. İzlendiğinin farkında değil adam, oysa anlatıcı ve yanındaki -yan?- izliyorlar, bahçe makasıyla aylak aylak gezen adam bir manzara sunuyor. Sepetini küçücük yemişlerle dolduracak mı, mümkün değil, zaten başka bir niyeti var sanki. Niyeti yettiğince toplamak olabilir mi, son model aletleriyle gelmiş olsa ne yapacağını biliyoruz ama tek bir makas, istediğince dolanır. Başta şevkle girişir, sonra eli yorulur, aklına parıltılar düşer, nihayet iş tavsamaya başlar ve durur, adamımız yüzünde gevşek bir gülücükle uzanır çimenlerin üzerine, bulut gözlemciliğine başlar. Gün güzel geçmiştir ama henüz bitmemiştir, adam kalkıp evine döner, topladığıyla beslenir, dolaptaki yemeği de gömer bir güzel, mis gibi uyur. Yarın bir daha. Hayat bu, kimilerinin gıptayla baktığı, kimilerinin anlam veremediği. Yettiğince çalışmak, daha fazlasına gerek yok. İnsan durmadan çalışmazsa ne yapacak, yaşayacak. Anlatıcı bir anda fırlamaktan bahsediyor yanındakine, fırlasalar da korkutsalar adamı, eğlenseler. Yok, hem utanır hem kırılırdı adam, işine burnunu sokmamak lazım. Sokuyor anlatıcı, sokmuyor, ortada bir yerde duruyor, bütün anlatıcıların durduğu yerde. Karakterler o yerle ilgili ne düşünüyorlar acaba, muhabbet kurguyu iyi bilen bir karakterle yazarın boğuştuğu klişe öykülere varacak diye canım sıkıldı, geçtim. “sır” anlatıcının süper güçlerini ve güçsüzlüklerini biraz daha açtığı öykü olarak diğerlerinden ayrılıyor. Yağmur şakır şakır yağmasa da çiseliyor mu nedir, şemsiyeler açık ya da tek bir şemsiye. İnsanlar toplanıp o şemsiyenin altında, ne yapıyorlar, konuşuyorlar mı, o şemsiye kamuflaj mı, yağmur şiddetli olmadığı için kuytuya kaçmayıp açıkta, tek bir şemsiyenin etrafında, altında oyalanıyorlar. “Ama ne konuştuklarını bilemem. Merak ediyorsun, biliyorum. Ne kadar ilgisiz görünsen de, istiyorsun ki onlara hissettirmeden biraz daha yaşanıp konuştuklarına kulak kabartayım, duyduklarımı sana da anlatayım.” (s. 60) Yapamaz çünkü ayıp, yapar çünkü gücü var ama ahlâktan dem vuruyor, ötesini de istemiyor zaten, hayatlarına o kadar sızmak yeter. İşitse de anlatmazmış, her şeyin bir adabı varmış. Anlatıcının da tercihleri var görüldüğü üzere, sınırlarını kendi çiziyor, sır bile değil elindeki çünkü yüklenmek istemiyor o kadarını. Görüşünü, duyuşunu aşan nesneler var mıdır, ilk öyküdeki şey aşar gider. “ben”. Gene o şey! Çok hızlı geçer, bir ucu karşı pencereye bağlı ipe asılmış çamaşırların yanından. Bir an durmuş, ne olduğunu fark edememiş anlatıcı, yanındakine ürperip ürpermediğini soruyor. Yanındaki okur mu acaba, okuru yanında mı sanıyor, biliyor, okur olarak onun yanında yer alma vazifemiz var mı, bunların üzerinde düşünmeden o şeyin ne olduğunu merak etmekle yetinebiliriz. “Bazen öyle oluyor ki, gözüme takılan bir kuş muydu, tüy mü, gölge mi, ışığın bir oyunu mu, yoksa sadece bir göz yanılsamasıydı mı, çıkaramıyorum. Ama her ne ise, ona şey deyip çıkıyorum işin içinden. Bana sorarsan sen de öyle yap. O zaman korkmazsın. Kurtulursun endişelerinden.” (s. 9) Karşı penceredeki iki yaşlı gün boyunca sokağa bakıyorlar ama onlar da görmemişler şeyi, çamaşırların zaten dünyadan haberi yok, sadece tek bir gözlemcinin gördüğü şeyin ne olduğunu gözlemci de bilmiyorsa şey bilir, onun da bilmemesi halinde yapacak bir şey yoktur, varlığın kaynağından bekleriz cevabı. Anlatıcı oradan gelmiştir belki, ontolojik bir bakışçadır dili. Tahmincedir ayrıca, iki dilin karışımı. “gem” bize yazları köşe başlarında dikilen, sohbet eden, sustalıları zaman zaman çeken gençlerle alakalı ürkütücü bir hikâye anlatır. Sıcak yaz gecelerinde anlatıcıyı tedirgin eden, neyse o, kâğıtta durmuyor, kâğıt tutmuyor onu, anlatıcı defalarca yazmaya çalışmış, nafile. Yaz gecelerinin alelade özelliklerini çok iyi biliriz, bir kere sıcak namussuz olduğu için uyutmaz ve insanlar evlere girmek bilmezler, özellikle kasabalarda. Mustafakemalpaşa’nın mecburiyet caddesinde sabahın dördüne kadar gidip gelirler, benim balkonum o caddeye hemen tepeden baktığı için tabureye otururum, gelip geçenleri izlerim, bazen konuşmalarını yakalamaya çalışırım ama onlardan daha hızlı hareket edemediğim için hiçbir sesi tuttuğum görülmemiştir. Uzaklardaki ormana bakarım, hiçbir şey göremem çünkü karanlıktır, yine de ormana baktığımı bilirim. Orada yaşayıp ölmenin, her gece caddede dolanmanın nasıl bir şey olduğunu merak ederim. Boydan boya kırk dakika, bir kırk da dönüş, sonra mahalleye çekilip lambanın altında gevezelik. “Biliyorum, o köşe başlarında, soluk ışıklar altında, gündüzleri bastırılan, geceleri zincirinden boşanan denetimsiz bir güç var. O loş sokak köşeleri birer gerilim hattı. Gem almaz, hayvani, için için kaynayan ve yatağından taşan bir gücün dolandığı yerler.” (s. 12) İstanbul’a üç saat uzakta bir kasaba, nesini anlatabilirim diye düşünürken Kemal Selçuk’un metinlerine rastlamıştım da köylere dokunmamam gerektiğini anlamıştım, daha iyi anlatamayacaktım çünkü Kemalpaşalı Selçuk’tan, ben de kasabaya sokulup anneannemi konuşturdum, Suuçtu’da bir hikâye geçirdim, evimden kaçmaya çalışan balkonumda çok sevdiğim iki karakteri yan yana bıraktım, hiç konuşmadan ormana baktılar, benim baktığım ormana. Bir yılı bulmaz, çıkar yeni kitap, onun içinde bu öykü. Anlatıcının rahatlığını böylesi sağlayamadım ama, numarayı sıkı çevirdim. O kadar sıkı çevirmek zorunda olmadığımı bir de Erdem’den gördüm yani, öykülerini de pek severim zaten, iyi oldu. Özen Yula’yla Tuncer Erdem, ikisi birbirinden uzak ama bir yakınlık seziyorum, hoşuma gidiyor. Konumlanmaları belki, anlatıcıyı konumlandırmaları, konuları, usullukları.
Cevap yaz