Gülsoy’un yörüngesinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi öyküler. Kısaca kötü öyküler, biri ikisi hariç. “A a!” öyküleri var, final twist. Teknolojiyi metne bodoslamadan haşırtan öyküler var, çağı yansıtmak için e-postalardan ibaret öykü. Dil yok, asgari ölçüde var yani, okur anlasın yeter. Büyük zekâ parıltıları yok, hani oradan yırtsa. Yok, vasatın altı. Tayfanın tipik bir örneği aslında, altZine. Yazmak söz konusu olduğunda her zaman cesaret veren Gülsoy’a teşekkür ediyor Uçan, ustasını yıkıp geçemeyen kalfa, yeteneği var oysa. Bakalım, “Bırakır” bir günlük öyküsü. Bilindiği üzere günlükler atölyelerin vazgeçilmezidir, ikinci anlatı katmanından birinciye atlayabilir, başka türlerle tokuşabilir, ödev konusuysa muazzam alan açar. Uçan nasıl yapmış ödevini, her sayfanın altına not düşmüş, yabancıları uyarıyor, defteri habersizce(?) açıp o satırları okuyanlar hemen kapamalı ve yazarın özel hayatını terk etmeli! Biri okuyacak yani, kurulup devam edelim. Gül iş için İzmir’e gitmiş, anlatıcı süper bir işin başarılmasının ödülü olarak akşam kutlamada. Yazarlık kariyerinin ilk günü aynı zamanda, yaratıcı yazarlık kursundaki -öff- hocası Fikret Dağlı basmış geçmiş ödevi, günlük yazan bir kahraman. Oyunu ne olur, anlatıcı kendi yaşamını kahramanın yaşamına çakar, yaşamlar karışır, günlüğü okuyana mesajlar bırakmacaya döner mevzu. Günlük tutan adamın nasıl biri olduğunu düşünmekte numara yok, yüzeysellik boğucu. “Peki bir başkasının okuduğunu fark ettiğinde ne yapar kahraman? Saçma ama bu da basit gibi duruyor. Üzerinde düşünmeye değer.” (s. 20) Değmez aslında, Gül’le kopuşları sıradan, Gül’ün günlüğü okuduğu varsayımından çıkan belli. Soluk bir öykü. “Gül İzmir’den döndü. Önce yorgunum dedi, biraz kıvırır gibi yaptı ama sonunda ikna oldu; akşam Boğaz’a balığa gittik. Şarap insana mutluluk veriyor! Şimdi mışıl mışıl uyuyor.” (s. 13) Uyandır abi, sirkeye dönmesin.
“Zamanınız gelecek!” Oğuz Atay’a sıkı sıkıya bağlı. “Korkuyu Beklerken”den epigraf, sonra korkan bir karakter. Gerçekten korkuyor. Korkusu esas öyküdeki karakterin korkusuna benziyor mu, benzemiyor, o kadar derin mi, dil yetersizliğinden anlayamıyoruz. “Belki çoğu zaman endişeli olduğum söylenebilir. Ama sürekli bir korku içinde yaşama hali… Mektubu aldığımda başladı. Şehrin her yanını saran çılgınlık gazetelere, televizyonlara düştüğü zaman.” (s. 25) Şimdi, zirvelerimiz var, her zirvede bir öykü diyelim, Atay’ın öykülerinden hangisi zirvededir diye düşünüyorum, hepsi. Atay’ın öykülerini dayanak yapma cüretini göstermek için zirveyi en azından zorlamalı, çünkü neden okuyayım kötü bir Atay kopyası? Şehirde yazı yayılıyor, halk galeyana geliyor falan filan, Bakırköy’de adamın biri çırılçıplak soyunarak “Zamanınız gelecek!” diye bağırmaya başlıyor pazarın orta yerinde, arabaların arka camlarına o motto yazılıyor derken alıp başını gidiyor delilik. Şebeke herkesi takip ediyor, kimin ne yaptığını biliyor, herkesin zamanı gelecek diye, öyle söyledikleri için. Kapıya birileri geliyor, korkan adam iyice korkup kapıyı açmıyor. Bu arada sıkıntıyla okuyorum, yine bir “A a!” gelecek besbelli. Ney, Alternatif Emeklilik Hizmetleri’nin kampanyası. Şirketin müdürünün açıklaması var sonda, Türk insanının sürprizlere açık yapısı nedeniyle böyle bir kampanya. Yetene yetsin, takladan hoşlanan hoşlansın da çatıyı temeli takla üzerine kurunca öykünün başka yüzlerini bilenler için o kadar ucuz ki bu, dert sahibi yapar. Edebiyattan dert sahibi olmak da ahmaklık aslında, böylesi ciddiye almak neden, sanırım zaman kaybından. “Oyun”da Kafka dayanağı, yazmaya erindim. “Bir akşam…!” eve tıkılıp kalan bir adamın arkadaşlarının zoruyla dışarı çıkma öyküsü, büyüyüp büyüyüp dünyayı ele geçiren kaygının hikâyesi denebilir. Ansızın çok insan, çok veri, içte anlatılmayı bekleyen hikâyelerin basıncı, ortalama.
“Kablodaki mesaj” yazıldığı anda eskiyen bir öykü, güncellenmesi gerekecek. “Teknoloji de olsun” öyküsü. E-postalar, Ziya Gül nam kişimiz gecenin bir vaktinde bilgisayar başında, neler yaptığını anlatıyor. İki bisküvi kemirmek, bir bardak ılık süt içmek. “Geçmişin tozlu sayfalarına yolculuk” sonra, aslında şu halkı dehşete düşüren şebekenin yırtık pırtık kalıpların peşine düşmesi lazım, nerede rastlasam kafamı duvara sürtesim geliyor. Yemekler mis gibi kokmasın, kitaplar ve şarkılar insanı uzak diyarlara götürmesin, şunlar bir eğrelsin de başka biçime girsin, karakterin düşüncesinde veya hareketlerinde çarpılsın. Neyse, eski e-postalarda Nur’un gönderdiği ev ilanları, aşk mesajları var, sonra sitemler: neden her şeyle Nur uğraşmak zorunda, bir telefon etmek çok mu zor? Anlatıcı dört yıl sonra yazıyor okuduğumuz e-postayı, özlemiş, Nur’u eşeliyor. Gelen otomatik bir cevap, 14 Mart-1 Nisan tarihleri arasında Nur’un izinde olacağına dair. “Gerçek” bir cevap sonra, gülücüklü, onca uzun bir yazının karşılığı olarak buluşmayı teklif ediyor Nur. Ziya yine uzunca yazıyor, her şeyi bilen adamın nihayet cortladığını, dört yılını anlatmak istediğini söylüyor. Fransız Konsolosluğu’nun önü, saat belli, ertesi gün buluşacaklar. Üç gün geçiyor, Nur’un hesabından gelen e-posta: “Bir süredir [email protected] adresinden tarafınıza ulaşan e-postaların yetkisiz kişilerce gönderildiği tespit edilmiştir. Bu e-posta adresinin sahibi Nur Bir Canlı, 1 Nisan 2003 tarihinde bankamızdaki görevinden istifa ederek ayrılmıştır.” (s. 83) A a!
“Run Like Hell!” sabahın dokuzunda başlayıp akşamın bilmem kaçında biten bir öykü, bölümler dakikası dakikasına ayrılmış. Anlatıcı davul çalsa bile yanında uyuyanın kalkmayacağını düşünüyor, yani öyküde davul çalınabilir, kalkacak olan insan olmayabilir, belki ölüdür ve canlıymışçasına oradadır, tetikteyiz. Tetikte tutmak bir öykünün yapacağı en kötü şeydir, okurun kontrolünü elinden alır çünkü, kendini dayatır. Kendini dayatan öykünün kötü olup olmadığı kendini dayatmayı sevmeyen okurun fikrincedir, okuru kıskaca almayı sevmediğimden bana kötüdür. Okuru rahat bıraktığı halde okurun birlikte yürümek istediği öykü iyidir, bu öykü de Uçan’ın öyküsü değildir. Adamımız akşama davul çalar gerçekten, düşle gerçek birbirine karışarak sahilde tahta bir platformun üzerindeki gruba dönüşür. Uçan’ın öykülerinin yavanlığını düşündüm şimdi, taklaya kadar kurduğu kısmın kısırlığı var, taklanın göz almaması var, zaten ikisi varsa bir şey yok. “Ev” çok başarılı mesela, kitaptaki başarılı tek öykü. Kip ikinci tekil, biraz Uyuyan Adam havası ama belirgin değil, tutmuş bu kez. Apartmanın demir kapısından itibaren evin alımlanması, duyumlanması, biçimlenmesi, daha nesi. Merdivenleri ağır ağır çıkarsın, sana ait olan şeyleri düşünürsün, bir evin vardır. Sen evde yokken neler neler olur, yola çıkmadan önce ortada bıraktığın elmaya karıncalar dadanmış, sen dağa taşı izlediğin yolculuğunu sürdürürken elma giderek kararır. Zamanın eşliği delirticidir basbayağı, sen yanağını kaşırsın ve kahverengilik yayılır, bunlar aynı anda mı olmaktadır? Şeffaf bir kutuya konan elmanın milyarlarca yıl içinde dönüşeceği biçimlere dair acayip bir video vardı, buldum, kafayı yersin, elma bir şeylere dönüşürken sen neylere dönüşürsün? Eve girince dünyanın en güvenli yerindesin, artık birlikte dönüşebilirsiniz. Evin geçirdiği zamanla seninki iyice birdir, sen orada değilken ilerleyen çatlağı gördüğün zaman darılmana gerek kalmaz, kendindeki çatlağı ararsın, onun izdüşümünü. Ev, bilişsel mekanın somut dünyadaki en yakın karşılığı, elbiselerinin durduk yere eskidiği, duvarına baktığında sesini duyacak birinin olduğunu bildiğin ev. Çok iyi öykü bu, Gülsoy’un yörüngesinden uzak dediğim buydu. Diğer öyküler için “meh” diyorum.
Cevap yaz