Lirizm ekseninde dönüp duran anılardan terkip ilk öykü “İncir Ağaçlarının Gölgesi” incir ağacını madlenin yerine koyan karakterin çocukluğuna dönmesiyle başlar. “Bir ses, bir ışık, bir koku ya da bir name eşliğinde ansızın hücuma geçerler derinlerden.” (s. 8) Hafızanın bohçasından pörtleyen anıların ortaya çıkmasıyla aslında hayatın tamamı dökülür yere, oda incir ağaçlarıyla dolar, anlatıcı bir insanın ağaç olması durumunda incir ağacı olacağını söyler. Hafıza, anı, incir ağacı arasında gidip gelmeler. İncir ağaçları acılara ve ayrılıklara açılan kapılardır, geçmişe yolculuktur, bir zamanların Yeşilköy’üne, Sefaköy’üne, boş arazilere, sahipsiz arsalara. İnsan akını başlar, Kerim Amca’nın tekerlekli sandalyesinden anlatıcının büyükbabası, Muhsin Amca fırlar, hemşiresiyle evlenemeyen Kerim Amca’nın dertlerine boğuluruz, perdeleri kapattırmak ister çünkü incir ağacı yüzünden sakat kalmıştır, anlatıcının büyükannesi ağaçlara düşman olunmayacağını söyleyerek teskin etmeye çalışır adamı. İncir nihayet kestirilir, anlatıcı ve şürekası ansızın büyür, Fahri Ağabey ve Tülay Abla başkalarıyla evlenirler. Mektuplarını gizleyecekleri incir ağaçları yoktur artık, aşkları yitip gider bu yüzden. Arada Sefaköy’ün bomboşluğundan manzaralar, Boşnak mahallelerindeki bembeyaz evler, çevreye dair izlenimler doldurur mekanı, insanın insandan başka tutunacağı pek bir şey yok gibidir, Sıhhiyeci Sabahat Hanım’ı tersleyen büyükannenin davranışını bu bağlama oturtabiliriz. Sabahat Hanım etrafındaki tüm hayatların yönetmeni gibidir, herkese diş geçirip istediğini yaptırır, en sonunda büyükanneye toslar. Evinin bahçesinde günde iki kez katmer pişiren büyükanne gayrimüslim komşularıyla paylaşır elindekileri, Sabahat Hanım gavurlara bir şey vermemesi gerektiğini, bir onların verdiklerini almasını söyleyince yapıştırır: “‘Gavura bile gavur denmeyecek; benim kayınatam öyle öğretti bize. Dinlerinde dinlensinler. Ben yedirir içiririm. Ama kimseden yiyip içmem.’” (s. 13) Kavuşamayanlar hayattan bezer, tren altında kalanı vardır, insanlar yavaş yavaş ortadan kaybolurken mekan değişir, yıllar geçer, Manisa’da 12 Eylül. Anlatıcı abisiyle birlikte yalnız, hava delirtesiye sıcak, bir de darbe olunca baba piyasaya çıkıp abinin kitaplarını yakıyor hemen. Abi ortada yok, incir ağaçlarının altında sabaha kadar ıstırap, sonra ortaya çıkıyor abinin İstanbul’a gittiği. Anlatıcı da gidecek, postadan çıkan gecikmiş kâğıtta üniversiteyi kazandığı yazıyor. Yine zıpladık, bu kez Suadiye’deyiz, İkbal Teyze görmüş geçirmiş bir kadın olarak mahalleyi dikizleyip bazı şeylerin olmaması gerektiğini kendinden emin bir biçimde anlatıyor. Ne var, yeni evli çift başlarda çok mutlu, kadının pencerede saatler boyunca eşini beklemesi İkbal Teyze’ye göre yanlış. Çocuk doğduktan sonra çiftin görünmemesinde bir terslik var, kadın haklı çıkıyor, bir deri bir kemik hale gelmiş kadınla annesi nakliye kamyonunu yanaştırıyorlar evin önüne, sokağın karşısında adamla annesinin getirdiği kamyon. Hüzünlü bir an, bir zamanlar mutlulukla dolu yuva boşaltılıyor. “Annesini duymuyor genç kadın. Perdesiz pencerelerden aşağı bakıyor. Bütün mahalleyi kendine baktırmak istermişçesine. Kapının girişindeki incir ağacına takılıyor gözleri. Kemikleri erimiş genç adam aşağıdan dört kat yukarıya bakıyor. Bir mumyaya dönmüş genç kadının yüz hatlarını seçmeye çalışıyor. Sonra onun da bakışlarına incir ağacı takılıyor.” (s. 20) İkbal Teyze en başta bu ağacın uğursuzluğuna dikkat çekmişti, haklı çıktı? İncir ağaçlarının gölgelediği hatıralar böyle bitiyor, bir derlemeden ibaret, öyküyle anının karışımı.
“Hep Böyle” kırsalın televizyon vasıtasıyla “zehirlenmiş” insanlarına odaklanıyor. Anlatıcı, bir program çekimi için ekibiyle birlikte gittiği Ardahan’da insanların gündelik yaşamlarındaki konuşmalarını kaydetmeye çalışıyor ama insanlar Televole kültürüyle biçimlenmiş, hiçliğin ortasında televizyonun gösterdiği yaşamları taklit etmeye çalışıyorlar kamera karşısında. İzledikleri insanlar nasıl davranıyorlarsa öyle davranmalılar, kameranın işlevi o değil mi? Suyu getirmek, yiyecek bulmak derttir, giyimi kuşamı, barınması ayrı derttir, o halde bile poz vermek önemlidir. “Kapatın gözünüzü hemen… Çanak antenlere, cep telefonlarına odaklanmış bir şekilde yeniden açın. Bakın Türkiye’miz ne kadar gelişmiş. En uzak sınır köyünde bile cep telefonları, çanak antenleri… İşte size değişimin göstergeleri. Orada bir köy var uzakta, gitmesek de görüntümüzü gönderdiğimiz çanak antenlerle…” (s. 22) Zamansallıklar farklıdır, kol saatiyle gökyüzünün saati birbirini tutmaz, anlatıcı o insanları konuşturmak için yüzüne sürdüğü tozdan biraz vermeyi teklif eder, hemen utanır, pazarlık yapması bir yana o tozun gençleştireceği, yüzleri çatlaklarla dolu kadınlara tazelik vereceği yoktur. Memleketten insanlık manzaraları, gerçi şu an manzaralık bir hali de kalmadı Ardahan’ın, o insanlar öldü, sağ kalanları çadırlarda elektrik kaçağından ölmemek için yağmur yağdığı zaman sandalyelerin üzerinde yaşıyorlar. Yirmi yıl öncesinin öyküsü bu, memleket daha da ilerlemiş gibi görünüyor buradan bakınca.
“Kayınvalide Hikâyeleri” evlilikler sonucu aynı ailenin bir parçası olan üç Hatice’den yola çıkarak kadınlar arasında kaynanalık müessesesinin işlevine odaklanıyor. Gelinliğiyle oturan anlatıcının karşısına küçük bir kız oturtuluyor, hani gelini izleyen kızın kaderi ailenin kadınlarınınkine benzemesin diye. Hatice Hanım’ın dileği bu, kayınvalidesinin ve gelininin adı da Hatice, toplamda üç Hatice var, Hatice I, Hatice II ve Hatice III. Kabaca iki bölüme ayrılabilecek öykünün ilk kısmı ilginçlik, bu Hatice yoğunluğu, ikinci bölümde esas hikâye başlıyor. Anlatıcı -Ayşe- eşiyle birlikte gurbete gidiyor, üç ay için ev tutmaya gerek yok, misafirhanede kalıyorlar. Ayşe’nin kaynanası yok, büyük lütuf. Lanet aynı zamanda, Ayşe diğer kadınlarla ne konuşacak? Herkes kaynanasından neler çektiğini anlatırken sessizce dinliyor Ayşe, kaynanasızlığı üzerinden kusulan kini yutmayıp kalkıyor kadınların arasından. Şehri gezmek istiyor ama eşlik edecek tek bir kadın yok, müzelere ve kitapçılara gitmek yerine çimlere yayılmayı tercih ediyorlar. Üç bölümmüş ya, üçüncü bölümde kadınlardan biri fenalaşınca Ömer’i çağırıyorlar, Ayşe’nin tanıdığı doktoru. Doktorların ve avukatların unvanlarını mutlaka dile getirdiklerine dair lüzumu tartışılır bir paragraftan sonra Ömer’in Ayşe’ye çıkışır gibi baktığını görüyoruz, öyle basit kadınlarla birlikte olmak için mi kariyerini bırakmış Ayşe? Son darbe bu, nokta.
“Aşk Nedir?”le birlikte tahammülfersa öyküler başlıyor, ilk üç öykü yine iyi kötü alımlıydı ama bundan sonrası ne dilce, ne kurguca, ne hikâyece tatmin etmiyor. Bu öyküde komik olduğunu düşünen ama pek de komik olmayan -Cem Yılmaz’la kıyaslıyor kendini, oğluyla muhabbet ederken yaptığı esprileri komik buluyor oğlunu güldürdüğü için, ironi yapıyor desek oğlunun zekiliği, sorgulayıcılığı, belki dürüstlüğü güme gidecek bu kez- anlatıcı okuldan gelen bir telefonla sarsılıyor, oğlunun bir “sorunu”nun olduğunu söyleyen rehber öğretmen görüşmek için okula çağırıyor kadını. “Ocağa bir yemek koysam? Ne yemeği ayol! Ellerim soğan kokar şimdi. İmajım bozulur. Sorunlu bir oğlum var ya, zaten imajım onların gözünde çoktan bozulmuştur. Sorunu neyin karşılığı olarak kullanıyorlar acaba? Ahali 50 kelime ile zor konuştuğu için sorun en az on mânâya gelebilir.” (s. 56) Öykünün tamamen dışına çıkarak söylüyorum, edindiğim tecrübelere göre bu tür bir veliye olabildiğince az maruz kalmak yaşam kalitesini sabit tutar, sinir harbi yaşatmaz zira makul bir tartışma zemini bulmak ömürden ömür götürür. Görüleceği üzere anlatıcı okula gittiği zaman haklı olduğu noktaları haksız öğretmenlerin üzerine öyle bir yıkar ki bütün iletişim kanallarını tıkar, saçıyla fazla oynayan kadın öğretmene “kariyer yapmak isteyen kadınların saçlarını kısa kestirmeleri gerektiğini” söyler, kadının kadına zorbalığının enfes bir örneğini sergiler. Yine dışarıdan bakınca narsisistik bir karakterin hezeyanları. İçeriden bakınca da öyle gerçi.
Asgari öyküler. Dil biraz, onun dışında Ardahan’daki manzaralar hariç pek bir şey hatırlayacağımı sanmam.
Cevap yaz