Tibor Dery’nin üç metni çevrilmiş Türkçeye. Eğlentili Bir Gömme Töreni‘nin pek de eğlentili olmadığını, daha doğrusu kara mizahının yüzümü şöyle gülmekle üzülmek arasında bir duyguyu ifade edecek şekilde buruşturduğunu hatırlıyorum, Niki‘yi de Yankı Yayınevi’nden çıkan kitapları toplarken edinmiştim, henüz okumadım. Dev‘i yakın zamanda Ketebe de bastı, o versiyonda sondaki iki öykü var mı bilmiyorum, vardır herhalde. Ülkü Tamer’in çevirdiği bütün metinleri de basacaklar sanırım, büyük hizmet. Milliyet Yayınları’ndan, pek çok yayınevinden çevirileri çıkmış Tamer’in, elden öper. Bu metne bakalım, novella denebilir. Bir iki lüzumsuz bilgi daha vereyim fakat, ben Macar yazarları çok severim çünkü kafaları bir değişik çalışır, memleketlerinin çalkantılarını ilginç kurgularla yansıtırlar, karakterleri de dikkat çeker. İyidir yani Macarlar, bilirim ben onları, zordur Macaristan. Gün Benderli’yi anmamak olmaz tabii, Erdal Şalikoğlu ve Vural Yıldırım da az iş başarmamışlardır, hele Gecekuşu Kornelius ne metindir, yaşasın Vural Yıldırım. Adalet Cimcoz da Eğlentili Bir Gömme Töreni‘ni çevirmiş ama Almancadan çevirdiğini tahmin ediyorum, Dery’nin metinlerinin alayını şöyle Macarcadan çevirse biri de okusak. Dedikten sonra o alengirli ortama girelim, kafayı yakalım az. Arp çalıyor adamın biri, koca bir arpın tellerini tinkliyor, söylediği Latince bir şarkı. Horatius’un yakın dostuna söylediği sözlerdir, şiirdir aslında, Mezbaha No. 5‘te vardı, yılların, heyhat, akıp geçtiğini dile getirir Horatius, zamanın katı yüreğinden bahseder. Asırlar sonra Macaristan’ın en çalkantılı zamanında söylenmektedir şimdi, ortalıkta Rus askerleri cirit atmaktadır. Oradan geçen bir kız şarkının hangi dilde olduğunu sorar, biri İngilizce olduğunu söyler ama Amerikancadır, bu yüzden anlayamaz. Böyle küçük komiklikler var, hoş. Gürpınar’ın yaptığı gibi en başta oluşturduğu sahnenin sonrasına kuracak hikâyeyi Dery, arpisti öldürecek. Şimdi önümüzde bir arpist öldü diyelim, tabii öldüğünü bilemeyeceğimiz için nefes alıp almadığını kontrol ederiz. Çoğumuz etmeyiz, sıkmayayım, ambulans çağırırız ama ahali çağırmıyor, yavaş yavaş dağılıyor. Eli boş da dağılmıyor, delikanlının biri arpı omzuna atarak götürüyor. Kazma kürekli bir kadın topluluğu yoldan geçiyor, esas kızımız ortaya çıkarak kadınları incelerken kendisine bakan yabancıyı fark ediyor. Adam o kadar uzun ki kızcağız onu öpmek istese tabureye çıkmak zorunda kalır, bu öpme hadisesi hem iyi bir açıklama hem de ileride olacakların fragmanı. Kızın alaycı sözler söylemesinden sonra başını utançla eğmesi de öyle. Hatta şu bile: “Elleri, insanların bencilliği kadar büyüktü; kocaman ayakları ise, ayaklanan bir ulusun sembolü olabilirdi.” (s. 9) Tanışıyorlar, Kovacs ve Juli. Devin ilginç özelliklerini bu sahnede öğreniyoruz, mesela annesi hakkında bir şey sorulduğu zaman ağlamaya başlıyor ve söylenen her şeyi hatırlıyor, her şeyi, filmi geriye sardığı sırada bakışları donuklaşıyor, alnı kırışıyor ve istediği yerden oynatıyor hayatını, müthiş. John Coffey’nin Macar versiyonu gibi bir şey. Ölü adamı kuş gibi kaldırıveriyor yerden, öyle de güçlü. Juli adama oyunlar oynamaya niyetli, tokat atmasına müsaade ederse Kovacs’tan daha fazla korkmayacağını söylüyor, şrak diye yapıştırıp adamın yanağını morartıyor. Anlıyoruz ki Kovacs tutulmuştur artık, kaderine razıdır, usul usul yürüyecektir Juli’nin peşinden. Gerçi Juli de başlarda tutkundur, sevgisini dile getirir ve şen yaşamına Kovacs’ı da katar ama zamanla sönecektir o büyük sevgi, yaşam koşullarına hiçbir şey dayanamaz. Ruslar ara sıra çağırırlar Kovacs’ı, zor işleri gördürürler ve öteberiyle yollarlar adamı, başlarda bu ufak tefekler çok iş görür ama pahalılık arttıkça hiçbir şeyi yetiremez Kovacs, üç kuruşa bekçilik yapmaya başladığında odun hırsızları tarafından vurulması da cabası. Güzel günlerden birinde ilk çatlak ortaya çıkar, Rusların verdiği eti mahalleliyle yemek isteyen Kovacs hemen bir ziyafet tertip eder, sonuçta bir yıldır et yemeyen çok insan vardır ve Kovacs iyi bir devdir. Aşırı iyidir ama, bu yüzden Feri Bellus’u başına bela eder. Bu Hitler bıyıklı gevşek hemen damlar ortama, Juli’ye usul usul sulanır. Millete eğlence çıkmıştır, yemeğini yedikleri Kovacs’la uğraşmaya başlayanlar Juli’nin kuş olup uçabileceğini söylerler. “‘Her kadın kandırılabilir, yalnız nasıl kandırılacağını bilmek gerek! Benim şu gözlerim neler gördü Bay Hanak. Sözün gelişi, bugün bir kilo una satın alınmayacak kadın yoktur!’” (s. 43) Hancı, hancının karısı, marangoz, kim varsa şenliğe dahil olur, Kovacs o güne dek kimsenin kendisini aldatmadığını söyleyince Bellus hinliği hemen patlatır: madem öyle, Juli’ye o gecelik izin versindir Kovacs, sonuçta aldatacağı yoksa aldatmaz, gece uyuyup sabah döner. Tansiyon yükselir, Kovacs eline aldığı bir tahta parçasını sinirden çatır çutur kırmaya başlayınca herkes arazi olur. Juli sevgilisini şafak sökerken, bir kereste yığınının arkasında bulur, birlikte ağlamaya başlarlar. Aldatmak istemediğini söyler Juli, oysa aldatacaktır çünkü açlık çekerler, köyden gelen yiyecekler parayla satın alınamaz artık, takaslık bir şey yoktur ellerinde. Bellus önce bir francala ateşler, sonra yağ, en son da haber yollayıp özür dilemek için gelmek istediğini bildirir. Juli’yi uyarırlar, şeytanı eve sokmamak lazımdır ama çoktan beri içeridedir zaten, Juli’nin aklında. Açlığa, yokluğa daha fazla dayanamayacaktır kadın, düşüncesi tanıdık: “‘Böyle demokrasinin canı cehenneme! diye bağırdı. Allah kahretsin. Bütün bakanlar hırsız! İşçilerin ise canları çıkıyor… ama baştakiler bütün ülkeyi satıp keyif çatıyorlar! Dünya kadar gaz, dünya kadar domuz, dünya kadar buğday vardı… hani, nereye gitti bunlar? Uçtu mu?’” (s. 66) İsyan saçma bu arada, Juli bunları düşünebilecek biri değil aslında. Neyse, son gün Kovacs eve döndüğü zaman uyuyakalır, Juli kısa süre önce Bellus’la konuşurken adamın yakaladığı kazı eve getirip pişirir, böylece son yemeklerini yerler. Kovacs eşinin neden acımasızca davrandığını anlar ama öfke fırtınası karşısında siner, yapacak başka bir şey yoktur. Gerisi şehirde günler boyu arayış, Kovacs’ın mutsuzluğu ve Juli’nin trafik kazası geçirmesi. Horatius’un dizelerini tekrarlar Kovacs, sonra bir zamanlar çalıştığı odun deposuna doğru yola koyulur. Boşluk, ne hissettiğine dair hiçbir şey yok son bölümde, bir şey hissettiğini görmekten çok daha üzücü.
“Aşk”ta da ayrı bir dehşet var, siyasi mahkumiyet. Hücrenin kapısı açılır, gardiyan B.’nin üzerine bir torba fırlatır. Tahliye günü gelmiştir, B. inanamaz, yedi yıldan sonra çıkabileceğini hiç düşünmemiştir. Niye bırakıldığını sorar da başçavuş için saçma bir sorudur bu, bağırıp çağırarak B.’yi kovar. Ardından şu sahne: “Bir saat kadar koridorda bekledi. Sonra gelip, üç tutukluyla birlikte, ana kapıya götürdüler onu. Kapıya vardıklarında, koşarak bir çavuş geldi yanlarına, onları durdurdu. Dört tutukludan birini alıp ellerinde makineli tüfekler bulunan iki gardiyanın arasında yeniden cezaevine götürdü. Adamın yeni tıraş edilmiş yüzü ansızın sapsarı oluverdi. Gözleri cam gibi donuklaşıverdi.” (s. 102) Kapıdan çıktıktan sonra ölüme yürür gibi yürür B., bir müddet arkasına bakamaz, tramvaya bindiği zaman cüret edip baktığında arkasından kimsenin gelmediğini görüp özgür olduğuna inanır. Tramvayda az muhabbet, sonra takside az muhabbet. Şoförün kayınbiraderi de “siyasi”dir, B.’nin yüzündeki hastalıklı rengi bilen şoför para almaz, iyi dilek ve temennilerle adamı istediği yerde bırakır. Yedi yıldan sonra eşini aramaktadır adam, evine dönmektedir. Heyecan, korku. On numara öykü.
Dery iyidir, diğer metinleri de çevrilirse tadından yenmez.
Cevap yaz