Normal ve patolojik korkular var, normal korku ölmememizi sağlayan ve bir süre sonra kaybolan korku. Şurada olduğumuzu düşünelim, eğitimli değilsek koşarak kaçmaya çalışırdık ve çığın altında kalırdık. Yine de sağlıklı bir korkudur bu, mesela siper almayı biliyorsak hemen siper aldırır. Siper almayı bildiğimiz halde siper almayı unutturan korku sağlıksız işte, orada durmak lazım. Panik atak, histeri gibi kontrolü yitirten her türlü arazın önünü almalı. Geriye kalanı bizi korur, doğru düzgün tetiklenir, iki korkup keyfimize bakarız. Diyelim bir tehlike var, korkunun tetiklenme ve bitme noktaları iyi ayarlanmışsa vız gelir. Bisiklete biniyorum, sahildeki köpeklerden ikisi peşime takılıyor, bileğimi kapmasınlar diye pedallara haldırhaş abanacağım ya da yavaşlayıp av olmadığımı göstereceğim. Kartal’dan dönüyorum, yorulmuşum, abanmak istemiyorum, yavaşlayınca havlamayı kesip yanımda yürümeye başladılar. Adamın teki, “Korkma, sev az,” dedi, durup sevdim. Çocukken yüz kez kovalanmışımdır belki, mahallenin köpekleri pusu atarlardı, nereden çıkacakları belli olmayınca savandaki antilop gibi dolanır ve yakalanınca deli danalar gibi koşardık. Bu korkunun ne zaman geçip gittiğini bilmiyorum, davranışçılığın ilkeleriyle düşünürsek tehlikeye maruz kalmaya kalmaya sönme gerçekleşti belli ki, birkaç tatlışla zaman geçirince alıştım üstelik, köpekleri az sevip sakin sakin devam ettim yoluma. Yırtıcılardan kaçmak kodlarımıza işlenmiştir, diş gördüğümüz an çiğ çiğ yeneceğimize dair arkaik korkumuz hemen pırtlar ve mantığımızı pazara yollar. Laboratuvar ortamının dışına çıkmamış, hayatında hiç yılan görmemiş bir maymun ilk kez yılan gördüğünde cangılın orta yerinde yaşayan türdeşi gibi korkuyor, biz de korkuyoruz çünkü yılanla işimiz yoksa da atalarımızın olmuş, korkuları taşıyoruz ama onlarınkinden bambaşka bir dünyada yaşıyoruz artık, köpekten hangi durumlarda korkup korkmayacağımızı biliyoruz, deneyimlerimizin yardımıyla tehlikeyi savuşturabiliriz. Çevre faktörünü öne çıkarmaya çalışıyorum, André’ye göre binlerce yıl içinde yılan, örümcek gibi hayvanlara duyduğumuz korkunun etkisi azaldı, açık veya kapalı alan korkusu arttı, yaşadığımız alan çoğu şey gibi korkularımızı, fobilerimizi de belirledi. Makul, yükseklik korkusunun yaygınlığı anlamlı. Korkularımız da medeniyetimiz gibi dikeydir abiler.
Fobiler istemediğimiz türde korkulardır, üzerinde kontrolümüz yok denecek kadar azdır çünkü. Mesela bir tahtanın üzerinde yürüyorum, birileri sürekli aşağı bakmamamı, yürümeye devam etmemi söylüyor. Aşağıda ne olduğunu bilmediğim için aşağı bakarım. Denize girdiğimde de aşağı bakarım ve bir şey göremezsem boğulacağımı düşünüp paniklerim, ardından boğulurum, bu yüzden açıklara gitmem. Yerden iki kilometre yukarıdayken aşağı bakarsam gideceğim yeri görürüm, en azından istikamet ve menzil bellidir, ölmek o korkudan daha iyi olduğu için kendimi bırakıveririm. İyi ki yerin iki kilometre üzerindeki bir tahta parçasında değilim, ellerim terledi şu an. Ne olurdu, önce gözlerim ağrırdı, kafamda bir uğultu başlardı, kalbim bam güm döverdi göğüs kafesimi, sonra dizlerim titrerdi, çöküp tahtaya dokunmak isterdim ama dengemi kaybedip uçmaya başlardım. “Ahmak herif, düşmediğin sürece iyiydin,” derdim kendime de kulaklarımdaki velveleden hiçbir şey duyamazdım, içimden söylesem beynimin uğultusu var, kısacası düşerken birine bir şey söylenemez. Düşme hızımız bir şeyleri görebileceğimiz kadar yavaştır, yani bir şeyleri yüksek çözünürlükle görebiliriz ama yakındaki nesneleri değil. Hız arttıkça algılama, anlamlandırma yeteneğimiz düşer. Şuradaki uçağı düşünelim, o kadar hızlıyken o kadar yakından net göremeyiz. Bunun korkuyla ilişkisini bilmiyorum ama biliyorum galiba, anlamlandıramadığımız her şey potansiyel bir tehlikedir, korkutur bu yüzden. Kaku mu ne anlatıyordu, yapay zekâlı zımbırtılara kusursuz bir insan yüzü oturtmaya dair çekinceler var, belirsizliği beslediği için. İnsanla mı konuşuyoruz yoksa yapay bir şeyle mi, bunun belli olması lazım, öbür türlü korkuyoruz. Aşırı yavaş bir şahıs düşünelim, yavaşlığında anormal bir şey var. Şahıs olmaktan çıkar artık, tanımlanamamış bir şeye dönüşür, tanımlayana kadar da bir sillede ruhumuzu bedenimizden ayırıverir. Ruhumuzu seviyorsak neyden korkacağımızı bilmeliyiz. “Korkularımızın uyarlanmasını iyileştirmesi gereken beyinsel karmaşıklığımızın artması, bir işlevsizlik riskini de beraberinde getirir. Hayal gücüm bana hayaletlerden korkmayı öğretebilir, önceden kestirebilme yeteneğim korkuyu vaktinde ve yararlı olabilecek şekilde hissettirebilir ya da hiçbir zaman gerçekleşmeyecek şeylerden korkmamamı sağlar. Korkuyu anlatmanın sayısız biçimi olmasının nedeni budur.” (s. 31) Evrim bizi daha sakınımlı hale getirir, bazı durumlarda bu iyidir, yerli yersiz korkmamıza yol açıyorsa kötüdür. Süreçte budanamayacak kadar değişkendir bu, yarın cep telefonlarından korkmaya başlayabiliriz çünkü neden olmasın, teknoloji türlü türlü korku doğuracak. Şöyle bir şey gösteren aleti kullanmak istemeyebilirim ama üst kattan gelen gürültüye yapacak bir şey yok, bu evde yaşamaya devam edeceğim. Komşu bir hafta önce taşındı, yukarının boş olması lazım. Ses yandan geldi muhtemelen. Beni tedirgin eden şey tetikte tutar.
Aşırı korkudan nasıl kurtuluruz? André psikanalizin köken arama uğraşını eleştiriyor biraz, bir şeyin sebebini bulmanın o şeyi çözmeye yetmeyeceğini söylüyor. Bilişsel davranışçı terapinin nimetlerinden yararlanmamız lazım, André bu ekolden geldiği için reklamını yapıyor gibi görünebilir ama örümceklere dair korkularımı anlatmaktansa örümcek korkusundan davranışlarımla kurtulmayı tercih ederim. Jodorowsky’nin “psikobüyü” dediği şey büyü ölçüde bilişsel davranışçılıktan mülhem, yüksekten korkuyorsak yükseğe maruz kalmamız gerek. Uzun bir süreç, belki aylar boyunca adım adım ilerleyeceğiz, önce camdan bakıp sonra balkona çıkmamız, nihayetinde kendimizi boşluğa bırakmamız gerekiyor yukarıdaki tahta örneğinde olduğu gibi. Geçici sorunlar için kalıcı çözüm. Maruz kalmak yeterli, korkularımız geri dönse bile onlarla nasıl mücadele etmemiz gerektiğini öğrendikten sonra işimiz kolay. Elimde bir örümceğin gezindiğini hissetsem kafayı yerim ama şöyle yakından baksam, incelesem, sonra en tatlışını elime alsam, tarantula sevmeye kadar getirsem mevzuyu, tamam bu iş. André’nin önerdiği bir iki teknik var, mesela korkuluğun olmadığı bir balkonun ucuna yürümekten bahsediyor, pek iyi bir şey yapmıyor sanırım. Normal bir anormal oradan atlamayı istemez, aşırı korkar sadece. Fransızların o korkuyu karşılayan bir kalıbı var da bakmaya üşendim şimdi, boşluğun çağrısına cevap vermemeliyiz yoksa raylara atıveririz kendimizi. Tren yaklaşırken şöyle bir yan dönüyorum, arkamdakileri dikizliyorum ki biri beni itmesin. Şimdi bu bir fobi ama kardeşim, arkamda da nasıl bir maddenin yer aldığını bilmeden gönül rahatlığıyla bekleyemem orada. Paranoyaklığımın şimdiye kadar hayatımı kurtarıp kurtarmadığını merak ediyorum. İlaç kullanımı korkuyu ketliyor ama kesin çözüm sunmuyor elbet, önerilen bir yöntem değil. Fobinin çok da mantıklı olmadığını idrak edeceğiz bir, fobimizle yüzleşeceğiz iki. Farklı türleri olan aynı korku zorlayabilir, diyelim ki gece uyumadan önce uzayı düşünüyorum, kendimi bir anda evrenin bir noktasına bakar halde buluyorum, o sonsuzluk beni boğum boğum boğuyor. Karanlık gökyüzüne baksam aynı, karanlığa baksam aynı, bunların göbekten bağlı olduğunu anlayınca en güçlüsüne savaş açıyorum. Kendimi bir odaya kapatıyorum mesela, karanlıkta sessiz sakin oturuyorum. Sonra uzak köşede bana bakanı görüyorum.
Son bölümlerde fobiler türlere ayrılmış halde mevcut, kimde ne varsa herkes oradan fobisini bulup gerekli bilgiyi alabilir. Korkuyu tamamen tedavi etmek diye bir şey yok, hâlâ hayatımızı kurtaran bir duyguyu neden atalım bünyeden. Korku iyidir.
Cevap yaz