E, Yarıcı daha ilk öyküleriyle almış ki bayrağı! O epigrafı kendi koymuş, hani yeni bir yazarla tanışmamanın lütfuna dair Tomris Uyar’ın dediğini, anlatıyor. “‘Şuursuz’ cesaret”in eseri bu öyküler, şuursuzluğun aynısı olmaz da değişiği diğer metinlerinde var Yarıcı’nın, mesela Kıyıda ne öyle, ustasında da farklı farklı çıkmalar yok muydu öykü için, ustalarının listesinde dahi fark görülür. “Bariz Öykü”de Suat gelir, anlatıcıyla çay içerler ve Selim’i aramaya giderler, vapura güç yetişirler. Gelmeyecek birini bekleyen iki arkadaşı yazanın adı da listede yer alacaktır, biz arkadaşa gidenleri takip edelim de Suat’ın sorusunu duyalım, belki bir öyküde olduklarının farkına varırlar. Yazdığını söyler anlatıcı, hikâyesi klasik olacaktır. Anlatının gerçekliği bozunuma uğrar o ara, hikâyenin klasikliği karakterlerin dünyasını eğip büker. Nedir, biri çayı dökmemesi için arkadaşını uyarır, diğeri çaycının daha gelmediğini söyler, ne çayı? Selim’in bir cümlesinin sonuna soru işareti gelecektir, gelmez, anlatıcı tereddüde düşer. Eş zamanlı, iç içe geçmiş iki çizgi: kurulan ve yaşanan tokuştukça neler neler olacaktır, mesela Panait adlı biri yanaşacaktır da soyadını söylemeyecektir anlatıcı, içinden Selim’in de söylememesini ister, o an Selim’in dudaklarının kıpırtısı kurgudaki yazarın gücünü gösterir. Bir takla daha: Anlatıcı sözü eline alır, Panait İstrati’ye Ada’ya gittiğini söyler, İstrati anlatıcının elindeki söze bakıp güler. Sözü çevirir anlatıcı, nasıl çevirdiğidir: “.zunusroyidig ay’adA ed ziS”. İstrati sorar, neden kendisini seçti anlatıcı o/bu öykü için? Öylesine, sonra aşağı yukarı bir paragraflık boşluk, boşluktan yararlanan anlatıcının defterini çıkarması, yazdığı -Tomris’e göre yazmaya çalıştığı- öyküyü göstermesi: defter sayfaları, gerçekten. Resmî geçit, saygı duruşu: Selim İleri, Ahmet Oktay, İlhan Berk, elbet Hulki Aktunç ki “gözlüğünün camına bir öykü hohlayıp çetin bir kahkahayı yazıya dönüştürüyor mudur”, camın buğusuna yazarak evet. Cemal Süreya, Dağlarca, Peter Handke, Kosiński, Oğuz Atay, Borges, Adorno, Kafka, Beckett, Turgut Uyar, Oktay Rifat, Bilge Karasu, metinler, yazarların metinlerine uygun davranışları, tam bir öyküleşememe, okuduğumuzunsa tam öyküleşmesi, Tomris’in sesiyle. Öykünün son bölümünde Suat arkadaşına dalıp gittiğini söyler, anlatıcı kitaplıkta unuttuğu bakışlarını toplayıp cevap verir. Bu öykü Yarıcı’nın diğer öykülerinin öyküsü biraz, kaynaklara da değindiği için genişçe yer ayırdım, oysa esas Yarıcı kitaptaki ilk öykülerde. Demeye dilim de varmıyor şimdi, sondan başa bir yerde takılana kadar gideyim. “Zarif Hanım”ın başlangıcında büyük puntolu harflerle satır satır genişleyen, tamlanan bir cümle yer alır: “HAYATINIZI DEĞİŞTİRİN…” Bir metnin parçası, anlatıcı Zarif Hanım’ın bu metninden kendi metnine geçiyor, kadının yazmaya duyduğu tutkudan bahsediyor. Yarım kalmış romandan bir parçayı okuyup hayatımızı değiştirmemiz gerektiğini söyleyen tabelanın zorbalığından bahsetti, Zarif Hanım’ın kendine zorbalığını zorlu hayatına bağladı ardından. Biten evlilik, yarım kalan, emeklilik, anlatıcının metinlerine dair kestiği ahkâm, en sonunda yarım günlük bir iş: bilgisayardan çıkan bütün noktasız harfleri noktalamak. Son karşılaşmalarında anlatıcıya ne yaptığını soruyor kadın, cevaptaki bütün noktaların elle konduğunu düşünün: “Bunca yıl ne yaptım, ne yapıyorum? Bugün Mürefte’de, onun yaşında, hayatımdan yitişini anlayamadan yazıyorum. Hayatları değiştiremeden. Sadece yazıyorum.” (s. 108) Aptalım, anlayamadım bunu gerçekten, harfler noktasız konmuş da noktalar sonradan eklenmiş gibi görünüyor. Teker teker? Dizgide mi, bu neçe oyundur? Sırf şunu diyeyim, Barış Bıçakçı değil, Orhan Pamuk falan hiç değil, yeni bir kitabı çıkınca heyecanlanacağım tek yazar Yarıcı olabilir, yeni ne buldu da ne yazdı, göreyim diye hemen koşup alırım. İlhan Durusel’i de hemen yanına koyayım, unuttum. Faruk Ulay son artık.
“Küfyeşil” evlerin sınırladığı zamansallığın bir başkasından bakıldığında çok uzak, tuhaf, ayrık görünmesiyle ilgilidir, evinkinde capcanlıdır o sabahlar, yatık ve kıvır kıvır, evin salonu büyükçedir ve anlatıcı ilk orada uyumuştur, hatırlar. Çok iyi hatırlaması ve hatırlanacak bir şeyin olması hüzünlüdür, rutubettir bir de. “Rutubet, zamanla kitapları eksiltti o evde. Eklem yerlerimizi köreltti Duvara çizili beş kişilik ev halkını yeşil yosunlara boğdu.” (s. 102) Sentaksı en uysal cümle bu mu diye düşünüyorum, kitaptaki en düz? Evin dev ayaklısı, sakallısı bir yerlerde, düğünlerde bir şeyler çalar, birilerinden gizlenir, duvarlarda ânın eskiyişi. Derim ki Yarıcı’nın öykülerindeki morfolojik hengâmenin yarattığı kapalılık burada sadece bilgi yoksunluğudur, bir gece kapıyı vuranların sakallıyı bulamaması, anlatıcının “sen” diye hitap ettiğini ve anlatıcıyı almaları muğlaktır, yani alınmışlardır da anlam bulanıktır, bu kadardır. Anlatıcının muhtemelen yıllar sonraki ziyaretinde gördüğü “sabıkasız antika koltuklar”, eskiden duvara sıralanmış kitapların yokluğu bir şey söyler, kâfidir. Yine salonda yatar anlatıcı, muhatabının eşi vardır artık, kim bilir o eski evin üzerinden kaç ev, zaman geçmiştir de ev aynıdır ama değildir, en azından duvardaki küf. Anlatıcı belli belirsiz lekeyi gülen bir yüze benzetir, muhatabı kendi yüzünü fark eder şaşkınlıkla. Küfyeşil bir gülüş, saçlar yatık ve kıvır kıvır, sabahlar gibi. Yarıcı okurda pek karşılığı olmayan bir şey yapıyor öykülerinde, şeyleri çakıştırıp sönmeyen kıvılcımları dağıtıyor diyelim, kasten bıraktığı devasa boşlukları sözcüklerin gölgeleriyle dolduruyor da diyelim, daha da ne dersek diyelim öykünün dünyasını şiirle inşa ettiğidir metinleri. Çaresiz kalıyorum böyle metinleri anlatırken, kurama terime başvursam kupkuru, benzetimler de tam karşılamayacak a, başka yol bulamıyorum. “Oyun”, her sayfada bir paragraf, paragrafların tepesinde rakamlar, pişti oynamak için gereken kartlardan ne varsa işte, papazından kızına ama joker yok, son harfte (J) söyler bunu anlatıcı, çıkarmalı o kartı. Paragraflarda ne var, kaynama noktasına gelen çay yansın mı, bir kere demlikten, çaydanlıktan ses çıksın, şeker bulup karıştırsın anlatıcı veya hiç dokunmasın da yansın o çay, zaten birlikte içmek istediği, bahsettiği de gitmiş, kimse, sevdiği. “Kalkıp demlemeli. Yoksa yanacak. Yok! Eskisi gibi değil. Onun yaptığı gibi değil. Kaç çeşit demlenir ki çay? Şimdi bambaşka olmalı. Ne bileyim? bin türlü kelime var. Söz, şimdi. Hadi kalk!” (s. 84) Bir daha kaynatacak ya da kartları kurcalamaya devam edecek, iki kişilerken iki iş birden yürüyordu ama bir kişiymiş zaten, bir oyunmuş o da, gerçekte olmayan biriyle pişti oynamak, olmayan birini düşünmek de hikâyeye katmak, tam da papaza denk gelince. Saygı duyulacakların listesi: bu öykü, sonra “Hibiskus”, aslında Hayrünnisa Hanım’ın falan olmaması ama birinin bıkmadan araması, kendi düşüncelerinin iç paragraflarda ana çizgiyle birlikte paralel ilerlemesi, Osmanlıca sokak adları değiştiği için eski adreslerin bulunamaması ve sonra bulunması, bulunması niyet edilenle bulunanın farklı kişiler çıkması, kurmacaya dair inceliklerin olay örgüsüne muazzam bir şekilde katılması, neler. Coşkuya kapılmadan anlatamayacağım daha, zaten zirveye varamadan kaldım yarıda, ilk öykülerin alengirinden çıkabilene aşkolsun. Arada derede gördüklerimi aktarıp susayım, yetti.
“Düşlerini ortaya saçmayan düşkuranlara imren; lanetler yağdır! Ama yaz! Kendin için yaz! Kendine yazma!” (s. 75) Son öykünün bir noktasına doğrudan çıkış var, yakalayanın elinden öper.
Final: kreşendo, son: “Her şeyi söylememeyi öğreniyor insan, yaşlı insan olduğunda. Biraz yarım bırakmalı evlat.” (s. 80)
Cevap yaz