Baba erenler, Horatius’un Homeros’un metniyle ilgili söylediği bir şey vardır: in medias res. Meali, karakterleri olayın orta yerine korsunuz, bir şeyler olur, karakterleri tanırız, evvelleriyle ne zaman karşılaşacağımızı bilmeyiz ama mutlaka karşılaşırız çünkü neyin ne olduğunu anlamamız lazım gelmektedir, sonra atilerini görürüz. Yazar ne kadarını göstermek isterse. Saymakla bitmez bu tekniği kullanan yazarları, Yılmaz’ı o yazarların arasına koyarız ama tam da koyamayız, hiçbir öyküsü tamamen bu tekniğe yaslanmaz. Öyleyse niye bu kadar tatava yaptım, çünkü yeni öğrendim bunu, hemen satmak istedim. Evet, Yılmaz gerçi insanlarını bir yangının ortasından başlatır da pek öyle geçmişe dönmez, A’dan B’ye götürür ve güzelce bırakır. Her öyküde güzelce bırakmaz, bitmesi için bitirilen öyküleri var. “Ekmeğin Üstüne Çokella” adlı hoş öyküye bakalım, “tokuşturma” tekniğinin nadir rastlanan bir yetkinlikle kullanıldığı iyi öyküye, hele bu Çokella’nın tadına ve mutfaktaki fareye, farenin tutulması için kurulan kapana ve kapana konan sucuğa, ekmek arasına sürülecek Çokella’nın sucukla imtihanına, sucuğu pek kimsenin alamamasına, anlatıcının göndermelerine, mesela televizyonun başına oturmuş, oturmuş da bir gariplik tutturmuş, evde yalnızmış, bundan başka o ölürse, ben ölürsem, biz ölürsek nasıl çıkacakmış Çokella’lar satışa? Bunlar dönüp duruyor anlatı boyunca, mutfaktaki farenin sucukla ilişkisinden Ankara’nın ertesi gün yağmurlu bir hava sayesinde yıkanacağına gider bu öykü, zamanın fareyi ve sucuğu aynı şekilde etkilemesini düşünüyor anlatıcı, televizyonda haberler başladıktan sonra Beyrut’ta bir camiye düzenlenen bombalı saldırıda iki kişinin öldüğünü duyuyor, bombanın üzerine Çokella sürüp sürmediklerini merak ediyor. Tokuşturmaktan kastım bu, her şey her şeyle, kimler kimlerle, ortaya güzel bir karışım. Bitişi eh, televizyonda kovboy filmi izliyor anlatıcı, Kızılderililer ölüyor, beyaz adamlar medeniyeti yayıyorlar, ortaya son bir karışım, anlatıcı nasıl yaşayacağını soruyor ve noktayı koyuyor. Çemberi daha az bozarak da bitebilirmiş, bu da fena değilmiş gerçi.
Anlatıcının her öyküde aynı olup olmadığı önemli, birkaç öyküde aynı karakterler farklı biçimlerde işleniyor, ara sıra ortaya çıkıyorlar sanki. İlk öykü “Başımın Ağrısı”, “Ekmeğin Üstüne Çokella”ya benziyor yapısı, anlatıcının sürekli kapalı kapısı, gelip durmadan darlıyor anası, pek bir şeye karışmasa da belli ki höt höt babası. Sevinç’e gitmek istiyor da gidemiyor kız, azıcık hasta, kaba etinde de kocaman bir sivilce çıktığı için huzursuz, doğru düzgün oturamıyor. Anası gelip gidip laf sokuyor, o nezle kızla zaman geçirilmezmiş, hadi, teyzeye gideceklermiş, hazırlansınmış. Kız ders çalışacak, sınavları var ama gönlü de yok kitap açmaya, arkadaşıyla vakit geçirmek istese de kandıramıyor pederle valideyi, yallah teyzeye. İnsan kaçkınıymış kız, azıcık yüzü gülsünmüş, siyasi meseleler açılınca bir iki söz söylesinmiş, tam bir kıskaç. Anlatıcı infilak etmemek için türlü oyunlar uyduruyor kendine, aslında bu öykünün de benzer bir sıkıntıdan yazıldığını düşünebilir miyiz, doğru olmaz belki de düşünmesi hoş. Öykülerin çoğu 1970’lerde yazılmış, birkaçı 1980’lere sarkıyor, kargaşanın tam ortası. Mekan Ankara, okullarda jandarmalar kol geziyor, birileri tutuklanıyor veya ortadan kayboluyor, insanlar acı çekiyorlar ama hiçbir zaman odağa yerleşmiyor bu, arkadan gelen sesler veya belli belirsiz bir manzara olarak ortaya çıkıyor. Birkaç karakterin olaylarla doğrudan ilişkisi var, öykünün yapısını daha etkin bir şekilde belirleyebiliyorlar ama hiçbir öyküde estetiği savsaklamıyor Yılmaz, birinci tekilin dünyasında siyaset ne kadarsa öyküde de o kadar. En oyunlu öyküde bile politik atmosfer hissettiriyor kendini, kitaptaki en Bilge Karasulu öykü “Oyun” olsa gerek. Onun da vardı böyle üç karakterin söylediklerini aktarma çabası, eş zamanlı, paralel çizgilerle birbirine altlı üstlü bağlanmış cümleler. Burada başka bir şey var, anlatıcının iç monologları sol sütunda, mekanda takılan arkadaşlarıyla konuşmaları sağda, paralel seyir. Öykünün başlangıcı “oynamak” fiilinin şahıs kipleriyle çekimlerinin alt alta sıralanması, gerisi Oya’nın duydukları ve konuştukları. Sonraki öykü “Uyuyamamak”, anlatıcının bir günlük uyuyamama meselesi. Annesi kaldırıyor ama kalkmıyor kız, gece geç yattığı için eşeleniyor, neden geç yattığını o günün gecesinde görüyoruz. Neyse, telefon çaldığında çayını daha içmemiş anlatıcı, toplantı var, fırlıyor evden, taksiye verdiği paraya yanıyor. Toplantıda hiçbir şey söylemiyor, uykudan bahsedince salıyorlar, Sevinç’e gidiyor. İlk öyküdeki muhtemelen. Biraz daha büyümüşler. Siniri bozulmuş anlatıcının, Oya? Arkadaşı sorduğunda sıralamaya başlıyor: “‘Sülükler..’ diye homurdandım, ‘Mendeburlar.. Kapıkulları. Senatör adayları. Kontenjan maskaraları. Liste başı düşkünleri..’” (s. 43) Bürokrasiyle sıcacık bir temas cinnete kapı aralamış resmen, yürüyüşe çıktıklarında düzeliyor, Sevinç’in meme vermek için çocuğunun yanına gitmesi gerektiğini düşününce meme vermenin ne güzel şey olduğunu hayal ediyor. Eve geldiğinde bir telefon, flört görüşmek istiyor ama anlatıcı yan çiziyor. Öykülerde mutlu birliktelikler yok, Bülent’in başkasını seçtiği için açtığı yara var, biçimsiz oğlanların sululukları, edepsizlikler, hadsizlikler, uyumsuzluklar, çakışmalar ve çatışmalar dolu. Bir de ekonomi politiğe dair malumatlar, Yılmaz’ın mesleğinden aktardıkları. Sermayeyle emeğin çatışması, yoksulluk, Marx hem karakterlerin hem de anlatıcının dilinde bazen, daha çok anlatıcının dilinde, bilen biri olarak anlatıcı bunlardan bahsetmeli ve sokaklardaki çatışmaların, silah seslerinden titreyen camların, insanların korku içinde yaşamalarının hikâyelerini dile getirmeli, getiriyor, çok da tatlı bir şekilde yapıyor dediğim gibi. Tatlılıktan bahsetmemiştim, ettim. Yılmaz’ın anlatıcılarına geveze diyemem, mesela biri kalemden bahsederken kalem tutan ellere kurban olabileceğini belirtiyor, böyle kesik kesik çiziyor çizgiyi. “Balonlar” tipik bir Yılmaz öyküsü yine, aynı yapı, öykünün başındaki her neyse sonda yine o var, çemberin birleşme noktası. Balonlar bu kez, anlatıcı kafayı kaldırınca balonları ve baloncuyu düşünüyor, sonra fırladığı gibi okula. “Ülkücüler Sancak Başına” yazıyor duvarda, önünden geçiyor, başka bir duvarda faşizmin, diğerinde komünizmin kazanacağı yazıyor, 1980’lerin Ankara’sı. Önünde konuşan çocuklar sınavların yapılıp yapılmayacağını düşünüyorlar, boykot olduğunu öğrenince havalara uçuyorlar. Emeğin fiyatının sermayenin fiyatından fazla olacağına, verimliliklerin eşitlenmesine ve daha pek çok ekonomik vecizeye bu öyküde rastlıyoruz, aralara serpiştirilmiş. Konuşmalar devam ediyor sonra, Siyasal’ı basmışlar, polisle öğrenciler arasında çatışma çıkmış. Anlatıcının dünyasıyla dış dünya o kadar uyumlu ki inceden inceye dehşetle doluyor öykü, bir yanda silahlı çatışmalar sürerken diğer yanda yaşamını sürdürmeye çalışıyor anlatıcı. Duyarsız değil, görmezden hiç gelmiyor, sadece uyum sağlamış. Öyle bir atmosfere uyum sağlamaktan başka yapacağı bir şey yok, seçeneksizliğin dehşeti var biraz da. Müthiş bir öykü. Devamı gibi başka bir öykü: “Hap Çocuklar”. Cevapları madde madde isteyen hocanın despotluğunda kâğıtları doldurmaya çalışıyor öğrenciler, kimiler kopya çekmeye çalışıyor, kimileri çaresizce etrafına bakıyor, o sırada anlatıcı ve diğer gözlemci çocukları kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Hap çocuklar işte, belli bir muhtevayla yaşama atılacaklar, iş bulabilirlerse kovulana dek çalışacaklar. Dersten geçebilirlerse tabii, muhtemelen çoğu kalacak. Hoca seviniyor, kâğıtların yarısı boş, diğer yarısının çoğu çöp, birkaç kişi mezun olsa yeter. Tek ders sınavını soruyor biri, diğeri başka bir şey, merhamet hoca, merhamet!
Beş parçalı bir el anlatısı var, güzellik resmen, okurun elinden öper. İnsanların elleri, ellerinden doğan hikâyeler. Yılmaz’ın öyküleri tez okuna, ne diyeyim.
Cevap yaz