Metinlerini basan yayınevinin bilinirliğiyle yazarlığının bilinmezliği arasındaki ters orantının en kallaviliğinin bilinmeyene bilinme, eeyh, Kemal Selçuk’tan bahsediyorum, okuyan bir kişiye bile denk gelmemem şaşırtıcı değil, kitaplarının İletişim’den çıkması da şaşırtıcı değil çünkü iyi bir yazar dersem bu kez İletişim’in metinlerini bastığı kötü yazarlara ne diyeceğiz, en iyisi Kemal’in iyi bir yazar ve İletişim’in ara sıra iyi bir yazarın metinlerini basan bir yayınevi olduğunu söyleyelim. Selçuk’un Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nı kazandığı tarih 1999, bu ilk kitabının çıkışı 2002, yazmaya başladığıysa 1991. Pek çok dergide öyküleri yayımlanmış, 90’lı yıllar muhtemelen çok daha aktifti, şimdilerde birkaç yılda bir romanı çıkıyor, öykülerini ne yapıyor? Önceki yazılarda da söyledim, Mustafakemalpaşa’nın atmosferini başarıyla yansıtıyor Selçuk, mesela ezan okunmaya başlanınca caminin karşısındaki kahve bir anda boşalıyor, ihtiyarlar namaz kılmaya gidiyorlar. Hayal etmek hoşuma gidiyor, köprüyü geçerken dereye bakarsınız, ilerideki barajdan fışkıran suların köprüye gelene kadar durulmalarını izlersiniz, kıyıda balık tutanlar kayaların üzerindekilere bağırırlar ama duymazsınız. Yürüdünüz, Atatürk heykelinin arkasındaki camiyi ve hemen yanındaki kahveyi gördünüz, orası mı? “İlçe” diyor Selçuk, isim vermiyor da Çingene Mahallesi’nin dere kenarında olduğunu söylüyor misal, çocukken oralara gitmemi istemeyen annemi dinlemeyip gitmiştim, oto sanayi ve diğer sanayi dallarını dükkânların kenarından korkuyla yürüyüp geri dönmüştüm. Şu yani, Selçuk bu ilk kitabındaki öyküleriyle Bursa ve Mustafakemalpaşa’nın necip, yalnız ve hüzünlü insanlarını hatırlatmıştır. Hatırlatmıştır diyorum, bu insanlar oralarda gerçekten yaşıyorlar, birazcık dolanıp gözlemleseniz, sohbet etseniz görürsünüz. “Kurşuni” sözcüğünü defalarca kullanır Selçuk, gökyüzü, insanlar, saçlar, gözler, doğa ve insan kurşunidir orada, acı bir renktir, öylesi yoğundur ki Kurşuni adlı bir roman olarak tekrar ortaya çıkar. Metis’in bastığı bu güzel romanı da hatırlatmış olayım, satmasaydım Ağaç Adamlar‘daki bir iki öykünün kahramanlarıyla alakasını daha derinden kuracaktım da olmadı, olduğunca söylüyorum ki romandaki Hikmet Abi’yle öykülerdeki Hikmet’in paralelliği sabit, tomrukçular da sabit, aslında koca bir kasaba anlatısı kurmuş olabilir Selçuk, öykülerindeki karakterlere başka metinlerde mercek tutabilir, ne kadar yakınlaştırırsa yakınlaştırsın kasaba bunaltısıyla yoğrulmuş insanlardan farklı anlatılar ortaya çıkarabilir. Çıkarmıştır. Mustafakemalpaşa gerçekten de insanların sıkıntıdan birbirlerine değil, kendilerine sardıkları nadir yerlerden biridir, tek bir yaşamdan kaç anlatı çıkar, mesela beş. Süper sayı.
Selçuk’un öykülerinde, hemen üfürüyorum, “bilinmezlik taşları” ve “bilinirlik taşları” dediğim iki teknik var ki tadından yenmiyor. İkincisi ilkini kapsıyor genelde, ilk öykü “Benim Babam” ince kaşlarının altındaki kurşuni gözleriyle, geriye taranmış yapış yapış saçlarıyla bir babayı çizerek başlıyor, bu belirgin bir nokta demek, babanın etrafına kurulan anlatıya karakterler girip çıkıyor, anlatılan zaman sürekli değişiyor, bunların hepsine “bilinirlik” diyorum. O taşların belli bir örüntüyle yerleştirildiğini anlıyoruz sonda, “bilinmezlik” genellikle bu örüntüyü ortaya çıkaran parçalardan oluşuyor. Babanın alkolizmi, annenin on yıldan sonra biten sabrı, anlatıcının fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi yalpa yalpa anlatışı, bir anneye bir babaya dayanarak kurması anlatısını, bunlar niteliksel farklılık gösteren iki tekniğin müthiş uyumuyla bir araya geliyor, öykü kuruluyor, aslında ikincinin tek başına yeterli olacağı durumlarda birincinin açtığı alan da besliyor esası. Nedir, baba bir gün yazacağını söylediği o romanı mutlaka yazacaktır, okuduğu kitapların mutlaka sonu gelecektir de beklemeye takati kalmış mıdır insanların, her an içen bir adamın hezeyanlarıyla uğraşmak, hele küçücük bir yerde herkesin gözü üzerlerindeyken beklemek kolay değildir. Zaten ilk karısı da erken ölmeyi hak etmiştir babanın, kendisine inanmayanların başına işler gelmiştir daima. “Hoppala” tekniği pek az kullanılmışsa da tam yerindedir, şaşırtır, bir alan daha açar öyküye, anlatıcının o merak edilen noktayı nerede anlatacağı, nereye bağlayacağı, ne zaman ortaya çıkaracağı belirsizdir, çok dağıtmamakla birlikte hikâyeyi karıştırır ve anlattığı detayları unutturur, beklenmedik bir zamanda mevzuyu tekrar açar. Arada lüzumsuz benzetmeler de yapar, mesela şu: “Avlu, bembeyaz bir sütlaç tabağına benziyordu. Kocaman bir kaşıkla bu pürüzlüğe bir son vermek ne güzel olurdu.” (s. 11) Benzetmelerin hikâyedeki bir ögeden çağrışımla kurulması makul ama ne tabak ne sütlaç ne de kaşık geçiyor, alakasız. Neyse, baba deli kıskanç, anne canına tak edene kadar katlanmak zorunda kalıyor ve basıp gidiyor bir gün, anlatıcı yatılı okula giderek kurtarıyor kendini bir zaman sonra, baba ölüyor ve film bitiyor. Anlatıcının niyeti: “Öyleyse içimdeki çocuğu şimdiden söküp atmalıydım. Bu eve, burada yaşayan insanlara onların üzerinden bakmalıydım. Bu, birbirlerine tamamen zıt karı kocaya acımalıydım. Bunları her nasılsa bir araya getirip evlendirenlere bir çift sözüm olmalıydı!” (s. 29) Yazarın mı anlatıcının mı unutkanlığı, anne kavga sırasında eşine evlenmemesi için başının etini yiyenleri dinlemediği için pişman olduğunu söyler, aşk bütün retleri görmezden gelmesine yol açmıştır da bittikten sonra yapacağı bir şey kalmamıştır artık, kimsenin telkiniyle hareket etmeyen anne yine kendi kararıyla köyüne döner. Baba yıkılır, çocuk şahitliğiyle bir şey yapması gerektiğini düşünür ve anlatmaya başlar. Bazı şeylerle bir şeyler yapılmazsa çürür insan, bu da öyle.
“Turuncu Dünya” malum teknikle yazılmış hoş bir öykü, “Benim Babam”dan çok daha kısa olduğu için yapıyı daha iyi görebiliyoruz. Tepeden bakış, adamın biri. Karşısında başka biri, eldeki tespih turuncu turuncu parlıyor, güneş de aynı renk, çürümüş portakal. Adam Selim Amca’nın dükkânına gitse yıllar boyunca dinlediği rebetika şarkılarından içi parçalanacak. İhtilaller, heyecanlar, hiçbir şey ilgilendirmiyor onu. Bir şey olmuş da birkaç saat geçmiş üzerinden, anımsıyor. Anımsama öyküsü, Selçuk’un insanları genellikle geçmişlerinden devşirdikleri acılarla boğuşma konusunda uzman. Çok zaman yok aradan geçen, evi aradığı zaman babasının konuşmasından anlıyoruz ne olduğunu. Caymışlar mı? Az sonra yola çıkacaklarmış oysa, hanım da televizyonun sesini kıssa iyi olurmuş çünkü içleri dışları marş olmuş, demek kızın babası onlara kızıyormuş da vazgeçmiş, istifçi Emin Ağa ihtilalin acısını çıkaracak yer arıyormuş, ondan. Selim Amca’da kalsınmış yine adam, aşkına başlatmasınmış, dönsünmüş. Aysel’e böyle kavuşamıyor adam, o sıra köprüden askeriye cipi geçiyor, adamın canı yanıyor. Sabun kokusunu unutamıyor, Aysel’in yanındayken aldığı sabun kokusu bilinir de bu sabun kokusunun Emin Ağa’nın istiflediği, halkın ciğerini sökerek sattığı sabunlardan geldiği öykünün sonuna dek bilinmez, bundan bahsediyorum. Adamın babasının polis olduğunu da aynı şekilde öğreniriz, sırf bu yüzden âşıklar kavuşamaz, hikâyeleri kalır.
Son bir, “Eski Defterler”, bu da Etibank’ta geçiyor muhtemelen, kasabaya girerken sağda kalan büyük bahçede. Anlatıcının zamanı kalmamıştır pek, doğduğu yere dönüp son bir kez görmek ister insanlarını. Çocukluk arkadaşının yanına gider, birlikte rakı içerler ve eski defterler açılır. Arkadaşın dediğine göre kafasına sıkılması lazımdır anlatıcının da hem günahı yoktur hem de şeytan tüyü vardır adamda, kasabanın bütün kadınları zamanında anlatıcıyla sohbet etmek için dükkânına şöyle bir uğrarlar, adamın kötü bir niyeti olmadığı için kimse ses çıkarmaz. Arkadaşın kız kardeşi âşık olur adama, arkadaş çok sinirlenir ama suçu yoktur adamın. Âşık olduğu kadınsa çoktan evlenmiştir, kısacası her şeyin yarım kaldığı kasabaya ömrünü tamamlamak için döner anlatıcı, öğrenmek istediklerini öğrenir, bıçkın arkadaşını ağlatır nihayetinde.
Sağlam, sıkı öyküler. Kemal Selçuk’u duyurmak vazifemdir, yerine getiriyorum.
Cevap yaz