Ülkü Tamer veya Onat Kutlar demiş ki Sinematek’ten önce Gaziantep sinemaları var, diğeri gülmüş veya gülmemiş, kabul etmişler sözü, sinema sevdasına çocuk yaşta tutulmuşlar, Onat Kutlar okumak için İstanbul’a gideceği zaman çok sevdiği bir filmi göremeyeceği için üzülmüş, film oynatan kral abi hemen tek seyircilik özel bir gösterim düzenleyerek genç arkadaşına filmi izletmiş de öyle göndermiş. Kutlar okudu, Karacabey civarında asker öğretmenlik yaptı, sonra İstanbul’a dönüp Sinematek’i kurdu, film gösterimleri, Halit Refiğ’in ikinci ölüm yıldönümünde Oğuz Atay’ı konuşmacı olarak çıkardı, Tutunamayanlar‘ın yazarını çok merak eden genç Orhan Pamuk da bir köşede dinledi konuşmayı, sonra bir bomba patladı, Füruzan patlamadan önce Kutlar’la konuşurken arkadaşından yeni öyküler yazmasını rica etti, Kutlar söz verdi, Füruzan sırtında yanma hissedince başta ne olduğunu anlamadı, Kutlar’ın ölümünü hiç beklemediklerini söyledi bir etkinlikte, doktor ihmalinden bahsediliyordu bir yerlerde, yirmi yıldan fazla bir süre sonra Kutlar için derlenen anı kitabında Tamer çocukluk arkadaşıyla nasıl tanıştıklarını ve Gaziantep’in havasını suyunu, sanatını sepetini, uzağını yakınını anlattı, Sitti Zeynep hem öykülerinde hem de anılarında belirdi ve zincirin başına dönüldü şu an, sinemaya ve çocukluğuna düşkün adamın yıllar sonra yazacağı öyküler nasıl olacaktı? Asıl çocukluğunu şiirlerine dökmüş de o yılların o mekânını olduğu gibi yansıtmak istemiş sanki Tamer, dört öyküde de oyuna rastlamak zor, bunun yanında öyle süssüz, kendiliğinden hikâyeler çıkarmış ki hakikat kurgusal gerçekliğe yaklaşabildiğince yaklaşmış, öyle bir doğallık. Anlatım biçimi hatırlamanın doğasına da uygun, fragmanlar halinde kurulan öyküler bunlar, belli bir olayın zirve ve dip noktaları hikâyeyi oluşturmuş. İlk öyküde biraz farklı bir durum var, “Sitti Zeynep” diğer üç öyküden finaliyle ayrışıyor. Çocuk anlatıyor bu hikâyeyi, diğer öykülerdeki ses de bu çocuğunki çünkü bütün öyküler çocukçayla yazılmış. Bilindiği gibi özel bir dildir bu, on yaşından sonra konuşanı kalmaz pek. Neyse, başta kilit kırılır, nine örtüyü kaldırır, Sitti Zeynep o zamanlar masal anlatır, yürüyebildiği günlerde daha canlıdır, yine de onca kumaşı biçtirip de kendine kıyafet yaptırmaz. Yani verilen parçalardan çatıyı kendimiz çatarız, anlam yavaş yavaş belirir, karakterlerin geçmişlerini gıdım gıdım öğrenerek anlamı ortaya çıkarırız. Sandığı açarlar da bir sürü eşya çıkar, Sitti Zeynep’in ölümünden sonra kurcalanan esvabı arasından bir film afişi çıkar ki sinemaya dair tutkudan bahsettim, sırf sinemayla yoğurulmuş bir öykü de var, geleceğim. Sitti Zeynep çocuğun halasıdır, delidir, ölür. Baba belediyeye anons geçtirmez, kimsenin cenazeye gelmesini istemez. Zeynep’in odasının ışığı üç gün açık kalır, inançlara dair birkaç şey daha, sonra Zeynep’le ilgili anılar. Diyaloglar, çocuk oyunları, arkadaş çevresi, dönemin sosyal yaşamı şahane yansıtılmış öyküye, keyif veriyor. Bazı noktalar karanlıkta, örneğin ninesinin çocuğa neden “İdris İdris” diyerek Zeynep’i kızdırmaması gerektiğini söylediğini bilmeyiz, başka neleri bilmeyiz de en sonda çözülür mevzu, esas hikâyenin dışına çıkılır ve italik metinde Zeynep’in geçmişini öğreniriz. Son bölüm ayrı bir anlatı ustalığıdır ama esastan uzaklaşır, bu bölüm de hikâyeye yedirilmiş bir biçimde işlenemez miydi diye düşündüm. Bu İdris yangın müfrezesinde görevlidir, bozguncuların evlerini yakar, Fransızlara tebelleş olur. Akrabası Zeynep’e tutulur o sıra, birlikte kaçarlar ama Zeynep’in babası hemen yetişir, İdris’i bir temiz döver, akrabası olmasa kafasına sıkacağını söyleyip uzaklaşır. İdris savaşa devam ederken öldürülür, haberi duyan Zeynep’in aklı oynar, sonra babasının çiftelerinden birini alıp İdris’i öldüren Tahir’in peşine düşer. Adamı tek başınayken yakalar, başından vurduktan sonra ağaca asar ve gölgesinde oturup bir cigara sarar. Aşırı bir son, Zeynep’e yakışır.
“Çete İsmail”de mesela yine bilinmeyen bir nokta var ama Tamer ilk öyküdeki gibi açıklayıcı bir bölüm yazmamış, bilinmeyeni öylece bırakmış. Bence olur, aydınlanmayan noktası kalmayan dört başı mamur öykülerden ikrah edenlere birebir. Çete İsmail işte, bir adamdır, gençliğinde doğru düzgün iş tutamamıştır da yerel gazetelerden birinde işe girmiştir, dizgiyle uğraşır, geceleri de kızı Elmas’la birlikte yirmi beş kuruşa kravat bağlama işiyle uğraşır. Şehirdeki sazlar emniyetin izniyle bara dönüştürüldüğünde mekâna kravatsız girememe kuralı getirilmiştir, kravat bağlamayı bilmeyen adamlara cüzi bir paraya yardımcı olurlar. Baba kızın ilişkisi pek hoştur, Tamer kızın mutsuzluğunu pek hoş anlatır, bunguya boğar okuru. Nedir, İsmail’e ta İstanbul’dan bir ziyaretçi gelmiştir, güzel bir kadın, kimse tanımıyor, İsmail de başta kimseyi beklemediği için şaşırıyor ama kadını karşısında görünce donup kalıyor. Bilinmeyen nokta bu, kadın ne zaman ortaya çıksa hikâye hemen başka bir zaman aralığına, fragmana atlıyor. En sonunda kızını annesine yolluyor İsmail, futbol maçında gol atan arkadaşıyla övünüyor, bir diğer arkadaşıyla zaman geçiriyor ve akşamına kendini gazeteye kapayıp dizgiyi bozuyor, kendi intiharının haberini yapıyor ki sabaha hazır olsun. Ters köşeye yatıyoruz sonda, İsmail yaşamaktan vazgeçmiyor ama ne yüzden acı çektiğini de anlatmıyor, belki anlattırmıyor, travma çok derinlerde. Bu da uygundur, çöküş unutulur. Bence ilginç bir şeyi anlatmak isterim, iki ay önce Zonguldak’a gittiğimde balkonda oturduk bir gün, denizle orman, rakı var, keyif. Sonra Gülizar Abla unuttuğum bir şeyi hatırlattı, zamanında yaşadığım bütün o acı bir anda aklıma çökünce gözlerim doldu o an, sonra hızla geçti. Şimdi o acının ne olduğunu, Zonguldak’taki o ânı hatırlamaya çalışıyorum ama hatırlayamıyorum, yine unutmuşum. Unutmak da bir yetenek zannederim, genetik belki.
Üçüncüyü atlayıp dördüncüyle, “Macı Hüseyin”le bitireceğim. Anlaşıldığı üzere Alleben’in sakinlerinin hikâyelerini dinliyoruz, bazı öykülerdeki karakterler ortak, birinde figüranken diğerinde başrolde. Bu öyküde Hüseyin’in ettiklerini göreceğiz. Mehmet Ali’yle arkadaş bu adam, filmci, Adana’ya gidip birlikte film seçiyorlar mesela. Dostlukları azıcık garipsense de sorun yok, iyiler. Hüseyin bir gün hacdan dönünce kasabalılar karşılamadığı için kafası atmış, gitmiş rakı bir şey içmiş de “Hacı”ya bir de “Macı” eklenmiş, sonra ilki düşmüş. Öyle böyle bir adam, akarı kokarı yok. Filmler, artistler konuşuluyor, çocukla adamın en sevdiği oyuncular gözlerinin önünde sıraya diziliyorlar da resmi geçit yapıyorlar. Adana’ya Hüseyin’in bir arkadaşı götürüyor, deli gibi kullanıyor arabayı. Giderken sorun yok, dönüşte hemen bir zaman zıplaması, Mehmet Ali’nin kolunu kırmasıyla kurtulduğunu görüyoruz, şoför arkadaş ölü, Hüseyin can çekişiyor. Mehmet Ali’nin iç sesi devreye girerek Hüseyin’le kurduğu hayali diyaloğu aktarıyor, aralarındaki bir muhabbette Hüseyin’e uçabileceğini söyleyen Mehmet Ali’ye göre otomobilin tangır tungur yuvarlanması uçmaya engel değil, Hüseyin yine yırtabilir. Tamer öyle istemiştir de öykülerini mutlu sonlarla bitirir, anlaşılır bir şey. Zeynep’in sonu hariç diğerlerinde üzülen yoktur. Yaşamın zorluğunun yanında karakterlerin ölümü pek gerçek gibi durmayacaktı belki, ondan.
Tamer’in hayali insanları ve yerleri anlattığı öykü kitabının adını unuttum şimdi, o gayet iyiydi, bu öyküler başka bir damardan olsa da aynı derecede iyi. Yunus Nadi’yi kazandırmış Tamer’e, kazandırır. Tavsiye ederim, bu dünyayı da görmelisiniz. Bir zamanların bir şeyleri, böyle ne çok dünya kayıp.
Cevap yaz