Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.
Eşit davalar eşit muamele görmelidir, Justitia’nın elindeki terazi kişiye göre ölçmez, diğer elindeki kılıç da herkesin kafasında sallanır ve adaleti korur. İkinci aşamadır bu, ilk aşamada hukuk uygulanır, temel hakları gözeten medeni hukuk ve ceza hukuku gibi ayrımlar daha doğru kararların alınması için bir nevi uzmanlaşma olarak görülebilir. En başa dönersek tanrısal kaynaktan doğan adalet anlayışını görürüz, adaletin ve hukukun bütünlüğü tanrının gölgesi altındadır. “Adaletin tanrılaştırılması, ‘ilahlaştırılması’, yani dini bakış açısıyla ele alınması arkaik kültürlerin kültürlerarası bir benzerliğidir.” (s. 11) Dayanışma, topluluğa sadakat gibi olgular ilk olarak Mezopotamya’da görülür, Mısır’da daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar. Ma’at hem adalet tanrıçası hem de doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin tümüdür, insanların birbirlerine ve ilahi düzene uymaları adalete dair bu inanca bağlıdır. Pratikte Ma’at’ın bir rahibi “adalet bakanı” olarak görülmektedir, ölülerle dirilerin yargılandığı iki ayrı mahkemenin ortaya çıkışı erken döneme konumlandırılıyor. Eski İsrail’de muhtemelen Ma’at öğretisine benzer bir anlayış var, Tevrat’taki emirler Tanrı’nın adaletini nesnellikle ortaya koyuyor. Antik Yunan medeniyetinde Hesiodos’un Theogonia‘sında görüldüğü üzere adalet tanrısal bir kökene sahip, Themis hukukla adaletin muğlak bütünlüğünü temsil ediyor. Hikâyeyi biliyoruz, tanrılar titanları tepetaklak ettikten sonra Zeus’un onayı ve gücü yeni bir adalet anlayışını ortaya koyar, üstelik bu kez kavram alt gruplara ayrılır ve farklı tanrıçalar tarafından temsil edilir. Adaletin tersine aristokrat kültürü pek ilerlememiş gibidir, Höffe’ye göre Odysseus’un eve döndükten sonraki eylemleri, mahkemeyi devreye sokmak yerine 108 kişiyi kendi kişisel yargısıyla öldürmesi Zeus tarafından affedilir, Hesiodos da Homeros’taki bu zihniyete isyan eder. Haksızlık yapanların işleri kötü gitsindir, kafalarına yıldırımlar yağsındır ama daha en başta Zeus adaleti uygulamamaktadır, kadıyı kime şikayet etmelidir. Platon’la birlikte adaletin dünyevi olduğu, “ilahi” olarak adlandırılsa da dinî bir bağlantının olmadığı fikri geçerlilik kazanır. Tanrı tarafından görevlendirilen bir kral yerine filozof-kral adaleti tesis etmelidir, insanların en erdemlisi de krallığa bağlı ve kendini dizginleyen insandır. Aristoteles’le birlikte teolojinin yanında metafiziğin de devreden çıktığını görürüz, ayrıca ticareti düzenleyen adalet kavramının detaylarını da Aristoteles verir. “Doğal olan” ve “yasal olan” adalet kavramları günümüzün toplumlarının hukukuna temel teşkil eder, “doğal hukuk” ve “pozitif hukuk” olarak isimlendirildi sonradan.
“Adalet Kavramı Üzerine” adlı bölümde adaletin içeriğini, yapıtaşlarını ele alıyor Höffe. David Hume gibi liberal filozoflara göre kıtlık, adaletin uygulama koşullarından biri. Doğal kaynaklar sınırlı olduğu için birçok adalet problemi ortaya çıkıyor, Habil ve Kabil örneğinde övgü uğruna mücadelenin de bir tür kıtlık olduğundan bahsedilebilir. Adaletin görevi bu tür çatışmaları önlemekse bütün bireylerin kişisel çıkarlarıyla birlikte toplumsal çıkarlarını da gözetmek, yetkili bir toplumsal yapıya, yani devlete ihtiyaç duyuyor. Bunun yanında bireyin eğitilmesi, ahlak sahibi olması da gerekiyor. “Sadece ahlak dışında kalan güdülerle, örneğin cezalandırma korkusuyla hukuka uygun davranan kişi, henüz daha alt aşamada yani temel aşamadadır.” (s. 27) Adil kimse başkalarının durumundan avantaj sağlayacak durumu olsa da bunu yapmaz, adil hükümdarlarda olması gereken de bu özelliktir ki Kutadgu Bilig‘den Aziz Augustinus’un metinlerine dek pek çok kaynakta teolojik bağlamlar farklı olsa da incelenmiştir, desteklenmiştir. Yakın Çağ’la birlikte kurumların adaleti ve güçler ayrılığı ilkeleri ortaya çıkar, yine de bireylerin de kişisel adalet duygularının korunması gerekir, böylece devletin otoriterleşmesine karşı çıkılır, adaletsizliklerin önü çeşitli eylemlerle engellenir. Sonlara doğru sivil itaatsizliğin işlendiği bölümlerde Höffe protestoların hukuki kaynaklarını irdeler, hukukun dışına çıkan erklere karşı insanın ortaya koyabileceği tepkilerin meşruiyetini ele alır. “Adalete Karşı Güvensizlik” bölümünde iktidarın pozitif hukuku kullanarak adaleti ortadan nasıl kaldırabileceği derinlemesine incelenir, ayrıca faydacılık da ele alınarak Marksizm özelindeki durumu üzerinden özgeciliğe varılır. Kolektif refah için kişisel refahın da sağlanması gereklidir.
Doğal hukuk ve pozitif hukukun ayrı ayrı incelendiği bölümler var, doğal hukuka itirazları özetlemek gerekirse ilk itiraz amacının belirsiz olması. İnsanların hukuki teamüllerinden, kendi aralarında oluşturdukları yapıdan doğuyor ama pozitif hukuku da aşan ahlaki bir otorite olması adalet kavramını belirsizleştiriyor. İkinci aşamada olumlu bir zorlayıcı karakterinin olmaması, özel durumlarda tam olarak neyin talep edileceğini bildirmemesi ve devletin pozitif hukukla bağ kurması sonucu “silahsız” bir hukuk haline gelmesi var, tabii her topluluk için aynı anlama gelmemesi, sınırlarının belirsizliği de bir diğer olumsuzluk. Aristoteles’in temel ilkelerinden sonra doğal hukuk Kant tarafından sınırları belirgin hale getiriliyor, Kant’a göre açıklamasız, yalnızca akla dayanan bir disiplin. İnsanla ilişkilendirilmeksizin dahi katı bir akıl hukuku bu, ampirik öncesi ve ahlaki ilkelerin bütünlüğü içinde mevcut. Kant’a göre normatif doğayla ampirik doğa arasında hiçbir ilgi yok. Roma dönemindeki görüşlere bakalım, onurlu yaşamak, başkalarına zarar vermemek ve herkese kendisine ait olanı vermek üç temel görüş olarak karşımıza çıkıyor. Başkalarına zarar vermemek konusunda Kant’ın vurguladığı gibi tüm toplumdan sakınmak gerekse dahi bu ilke geçerli, ya bu ilkeye uyarak sosyal ilişkiler kuracağız ya da tüm ilişkilerde çekimser kalacağız. Başkalarına haklarını verme mevzusuyla birlikte bu üç ilke Sokrates’in “haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramak yeğdir” görüşünü geçersiz kılıyor çünkü sırayla kendine saygı duyma, başkalarına saygı duyma ve kamusal alana saygı duyma edimleri ortaya çıktığı için birey ne zarar veriyor ne de zarar görüyor. Höffe’ye göre bu durumun sağlanması için uluslar ötesi bir hukuki statünün varlığı şart, son bölümde evrensel adaletin nasıl tesis edileceğini uzun uzun anlatıyor. “Küresel Adalet” bölümünde değinildiği gibi Kant’ın evrensel barış ve hukuk düzeni görüşleri günümüzün dünyasında önem kazanmış durumda, “Federal Dünya Cumhuriyeti” bu idealin temelinde duruyor. Yerel farklılıkları yok etmeden inşa edilecek yapı genel geçer bir düzen ortaya çıkaracak, merkezi bir devletten çok dünya federasyonu diyebiliriz. Hukuk bir kıtlık problemiyse kaynakların paylaştırılması önem kazanıyor tabii, “vatandaşlık maaşı” gibi fikirlerin gün geçtikçe güçlenmesi hukuku ekonomiyle güçlendirme girişimi olarak görülebilir. “Bununla birlikte etkenlerin çoğu, toplum refahı yerine iktidarını koruma ve kişisel zenginleşme peşindeki bir iktidar elitinden çok tüm vatandaşlara isnat edilmelidir.” (s. 104) Aksi halde geleceğin kaynakları bugünden tüketilecek ve sonraki nesiller yaşaması çok daha zor bir dünyaya gelecekler, şimdinin ve geleceğin sırtından geçinmek korkunç sonuçlara yol açıyor, daha da açacak. Adalet mekanizmalarından çok daha fazlasına ihtiyacımız var gibi görünüyor, kiniklerin de söylediği gibi yasalardan çok felsefenin, insan olmanın bilgisini öğretmek gerekiyor ki insan suç işleyince neyle karşılaşacağını bilip korkmaktansa suç işlememesi gerektiğini, iyi bir insan olmanın erdemini bilsin, böylece problem çok daha etkili bir şekilde çözülecek.
“Felsefi Bir Giriş” deniyor, hukukî terimleri bilmeden anlamak biraz zor, bazı yerlerde bilmediğim kavramlarla karşılaşınca sözlüğü açıp açıp okudum, girişin girişi niteliğinde hukuk bilgisine sahibim artık. İyi metin, iyi çeviri, iyi yayınevi, ilgililere duyurulur.
Cevap yaz