W. J. T. Mitchell & Bernard E. Harcourt & Michael Taussig – İşgal Et – İtaatsizlik Üzerine Üç Tez

Katılımcı olarak yer alıyorlar, antropolojinin katılımcı-gözlemci ayrımını ihlal eden iki akademisyenden Mitchell bilfiil katılmış eylemlere, izlenimleriyle birlikte fotoğraflar da sunuyor, Harcourt’sa Occupy Chicago’ya katılan öğrencilerinin hukuki savunmalarına destek olmuş, yani hareketin lehinde veya aleyhinde konuşmadan analizlerini sunmuyorlar, bu da bir nevi “itaatsizlik”. Ki çoğu yorumcuyu alanda yer almadıkları müddetçe önemsemediğini belirtiyor Harcourt, Žižek’iyse tedavülden çoktan kalkmış kutuplu dünya üzerinden getirdiği eleştirilerden ötürü antika buluyor biraz, Occupy hareketinin yayılım alanlarına ve mücadele ettiği otoriter güçlerin çeşitliliğine bakınca hele. İşgal vardı sadece, kamusal alanı belirsiz bir süreliğine işgal eden halk kendinden alınana tekrar sahip olmak üzere var oluyordu, Mitchell’ın belirttiği üzere polis şiddetini göstermek için performans sanatı olarak değerlendirilebilecek duruşlar da vardı, kelepçelendiğinde gülümseyenler, sırf bir yerde durdukları için tutuklananlar, hepsi hakkın göstergesi haline gelmişti. Söz-eylem kuramının tersine çevrilmesi, gerçekliği dile getirme suretiyle değiştirmemek de eylemin sözü belirlemesi. “Yetkililer ve yorumcular Occupy’ın taleplerini bildirmesinde ısrar ederken hareketin yaptığı en önemli açıklamayı -ABD’nin sivil haklar hareketi sırasında yapılanın aynısını gözden kaçırıyorlardı: ‘Yerimizden kıpırdamayacağız.’ Buradayız ve gerekirse sonuna kadar burada kalacağız.” (s. 15) Brian Haw on yıl boyunca İngiliz Parlamentosu önünde kurduğu kampta yaşamış, oradan atılması için çıkarılan kanunların ilkinden yasanın geriye işlememesinden ötürü yırtıp Tony Blair’a nah çekmiş, Boris Johnson’ın ikinci hamlesiyle yerinden edilmişti anca. Bir vatandaş için iki yasa çıkarmak, acziyetin daha belirgin görünümü, elbet var, bizim davalara bakmak yeterli. Anayasal hakların alenen çiğnenmesi korkunç biçimde sıradanlaşmıştır, dünya çapında bir sıradanlık, Occupy Wall Street’te ayyuka çıktığında televizyonlar “deneyimli anarşistlerin” parkları ele geçirdiğini bas bas bağırdılar, oysa her kesimden insanın toplandığı, sesini duyuracak alan bulduğu bir yerdi Zuccotti Park, daha ılımlı bir kapitalizmi savunanlarla komünistlerin yan yana durdukları, iktidardan geçici de olsa söke söke alınmış bir görünme alanı. Direniş imgelerini nasıl doğurduğunu Mitchell inceliyor, yeni solu doğurma potansiyelini Harcourt. Taussig’le başlamalı, o da Nietzsche’nin “Ancak Yaratıcılar Olarak Yok Etmek” başlıklı paragrafıyla başlıyor: bir olayı açıklamanın ve çözümlemenin kültür yaratan bir faaliyet olduğunun farkında, onca farklı fikre, çatışan fikirlere sahip insanın neden bir araya geldiğini antropoloji donanımıyla inceleyecek. Bir şeyleri değiştirmek için, temel bir güdüyle gelmiş insanlar, çoğu işini kaybetmiş, en son ne zaman dört kişi yan yana durduklarını hatırlamıyorlar mesela, aynı şeyleri hisseden onca insan olduğunu gördükleri zaman “kişilikleri iyileşiyor”. “Gençlerin bankacı olmayı havalı sandığı yıllar; işte bu da olduğunda her şeyin bittiğini anlarsınız. Ya da her şeyin patlamak üzere olduğunu, tarihin bir kez daha bizi ters köşeye yatıracağını. Hayatta bir kez de olsa, beklenmedik bir şey yaşanır ve gerçeklik yeniden tanımlanır.” (s. 28) 2008’deki büyük kriz sırasında batık ne kadar kurum varsa kurtarmak için faturayı halka çıkaran kodamanlara duyulan tepki, neoliberal sistem içinde ne yapabileceği düşünüldüyse artık, tam bir hayal kırıklığına dönüşen Obama’ya duyulan tepki, borsalara, yoksulluğa, işsizliğe, neye tepki duyuyorsa biçimleme, tekrar kurma isteğiyle oradadır insanlar, binalardan daha büyük olmak, “donmuş sermaye”yi lehlerine çözmek için. Parkın az aşağısında Kızılderili Müzesi, hemen yanında Afrika’dan getirilen kölelerin mezarlığı, Kızılderililer ve Siyahiler atalarının da öcünü almak için orada. (Gerçekten.) Gelir eşitsizliği, demokrasinin iplerinin şirketlerin eline geçmiş olmasının yanında sanat savunucuları, besinlerin zehir saçmasından şikayet edenler, dönüp dolaşıp sorunun tek bir yerden kaynaklandığını anlayan kim varsa orada, suçlunun yine kendileri olduğuna kırk yıl boyunca inandırıldıktan sonra sağlam bir uyanış, aslında demokratik tercihlerinin neoliberal politikaları desteklemekten fazlasına ermesini isteyen seçmeni de orada, aymışlar onca tecrübeden sonra, madem mücadele ettikleri yapı belli başlı yüzlerin çok ötesine uzanıyor, o zaman onlar da yüz vermeyecekler. Merkezi bir hoparlör sistemi yok, iptidai iletişim ağı var, açık mikrofon var, konuşmaların niteliğiyle ilgili elle yapılan işaretler bulunmuş, önderler belirlenmemiş zira eylemin sonlanmasına neden olacak tuzağa düşmek istemiyor insanlar. Önder yok, pazarlık yok, tercih yok, seçim yok, Aydınlanma’nın yüzlerce yıl boyunca pompaladığı vakur, emin, atılgan, gözlerinden ateş saçan insan yok, sadece değişim isteyen halk var, bu kadar. Erginlik ayini gibi de görülebilir Taussig’e göre, Victor Turner’ın Afrika’da şahit olduğu mitik simgeler eşliğinde, ritüellerle ağır ağır dönüştürülen, toplumun tam anlamıyla bir parçası kılınan gençler Zuccotti’de birey olmayı, halkı teşkil etmeyi öğreniyorlar. İstatistiklere göre ABD vatandaşlarının yarıdan fazlası ömürleri boyunca en az bir toplumsal eylemde bulunmuşlar, Occupy türü büyük eylemler kitlelere nasıl direnileceğini, protesto gösterilerinin nasıl düzenleneceğini öğretmesi, göstermesi açısından çok önemli. Mitchell tam bir devrim gibi görmüyor OWS’i ama devrim de kimlik değiştiren, dinamik bir olgu, yekten doğmadığı gibi hazırlık aşamasının kazandırdığı ivmeyle patladı mı fena patlıyor. “Gökdelenlerin üstü puslu. Gökyüzünün alacası ışığın vaadiyle pembeleşiyor. Bu harikulade anda tarihle doğal tarih birbirine karışıyor. Alışkanlıklar çözülüyor. Özgürlük. Örgü şişi sesleri.” (s. 65) Belediye başkanı temizlik bahanesiyle çıkartmaya çalıştığı kalabalığın gösterdiği tepkiden sonra temizlik işinden vazgeçmiş.

Harcourt’unki geniş bir çerçeve, “siyasi itaatsizlik”le “sivil itaatsizlik” arasındaki fark önce, ikincisinde siyasi kurumların meşruluğunun kabulü varken ilkinde yönetilme biçiminin, partizan siyasetin reddi var, yasalara gösterilen tepki, hukuki ve siyasi sistemin yaptırımlarına tepki. “Occupy Wall Street tam olarak bu açıdan siyasi itaatsizliktir: Yalnızca kanunların ve siyasi kurumların yapısına değil, bunlarla temsil edilen siyasete başkaldırır. Occupy hareketi geleneksel siyaset mantığını, söylemini ve stratejilerini reddeder. Meclisle görüşmez. Parti sistemine karşı koyar. Geleneksel siyasi saflarda durmaz, bunlarla özdeşleşmez. Reform gündemi oluşturmayı ya da mevcut siyasi grupları platforma almayı reddeder. Geleneğe başkaldırırken ‘lidersizlik’ fikrini benimser. Hiyerarşik olmayan, yatay yönetim yapıları ister. Geleneksel siyasi ideolojilere sırtını döner. Occupy Wall Street her yönüyle siyasi itaatsizliktir – siyasi olarak sınıflandırılma girişimlerine bile direnir. Özetle bu hareket geleneksel kavramlara ve öngörülebilir siyasi kategorilere dair ezberimizi bozar.” (s. 70) Sempatizanlar bir çerçeveye sıkıştırarak somut sonuç almak için harekete geçilmesini önerirler, karşı çıkar Harcourt, bilinen yollara sapmanın tuzağa düşüreceğini belirtir, nitekim yakın tarihte yaşanan bir katakullide görüldüğü gibi basit bir düzenleme yönergelerle, ıvır zıvırlarla doldurularak muğlaklaştırılmış. Ticari bankaların özsermaye ticaretini yasaklayacak basit bir hüküm önerisinin kabulü iyi, sonradan görüldüğü gibi bu önerinin hukuk dolambacında yasal boşluklarla, teknik ayrıntılarla cortlatılması kötü. “Kârın özelleştirilip kaybın toplumsallaştırılması”, %1’lik kesimin toplumun %99’unu sömürmesi, bütün bunlar dünyayı etkileyecek bir harekete dönüştü, dönüşmemesi için “güvenlik önlemi” kapsamında belediye başkanları milyonlarca dolar harcadılar, halkın daha iyi koşullarda yaşaması için harcanabilecek para polis devletinin kurulumu için harcandı. “Yeni sol doğarsa buradan doğar” denmişti, Occupy eylemlerinin üzerinden on beş yıl geçti neredeyse, faşizmin yükselişine rağmen bu tür eylemlerden ötürü umudu korumak gerek. Son bir alıntıyla bitireyim: “Zucccotti Park’taki yırtık pırtık afişler yakından incelendiğinde ideolojik bölünmenin iki tarafına da meydan okunduğu açıktı. İnsanların çoğu hükümete şiddetle karşıydı. Bazıları büyük devlet anlayışına itiraz ediyordu. Birçoğu da serbest piyasaya meydan okuyordu. Bu durum parka Ekim 2011’de asılan bir afişte açık bir şekilde görülüyordu. ‘Sekse ihtiyacım yok. Hükümet beni her gün sikiyor!’ Hükümet yanlısı değil, büyük devlet yanlısı değil. Keynesçi değil, sosyalist değil. Ama gelip Wall Street’i işgal ediyor. Sebep hem ‘serbest piyasa’, hem de ‘büyük devletin’ yozlaşması.” (s. 73)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!