Tuncer Erdem – Uzak Kış, Kayıp Güz

Boş defter bulununca yazma olur, hikâye olur. Anlatıcı bulur, mektubuna başlar, defterden mektuplar. Muhatabı Kış mı, her yeni defterde yeni bir kitap, Kış okuduğunu geriye doğru anlarken anlatıcı ileriye doğru kuracaktır yazdığını, mektupların ulaşıp ulaşmadığını bilmeyecektir ama sırf yazıya vermiştir hayatını, okunmasa da yazısı dolanacaktır dünyada, yeterli. Sabit önceleri, Güz bindiği gemiye çekmeye çalışmıştır da gitmek istememiştir anlatıcı, henüz değil, henüz bırakamayacağı şeyler var. Cendrars olmasına daha var. O zamanlar yolculuk yok, yıllar sonra yağmur damlalarının elinden kayıp gitmesiyle anca. “Yabancı diyarların ormanlarındaki ağaç dalları boğazıma, çalıları bacaklarıma sarılırdı. Bozkırının toz toprağı nefesimi tıkardı. Otları boğazıma bir parmak zehir çalar, havası dilimi burup boğazıma sokar, bulutları üzerime abanır, denizi ruhumu boğardı.” (s. 10) Zihinde kırılan kilit, limanlar, raylar, yük ambarlarındaki koliler, eşlikçi köpekler, bir duvar yıkılmıştır da seyir çekmiştir anlatıcıyı, gece tarlaları, gündüzün sisi. Adı “Sis” anlatıcının, buğunun içinde kaybolup gidiyor her şey, yazdığı hafızanın kaydı ve unutmanın şartı. İsimlerin kâğıda düşmesinde de bir bağ var, Türker Armaner’in Taş Hücre‘de bahsettiği şey: adlar olmasa varlığın farkına varılamazdı, zemin olmasaydı kalemin duraksamasını fark etmeyeceğine göre yazıdan dolan isimler, buğday tarlaları diyelim, sandıklar, kertenkeleler, ağaç kovukları, çoban çardakları, keçiler, hikâyelerini anlatan insanlar, sözlü edebiyatın kuvvetiyle çağları aşan ihtiyarlar, toplumsal hafızanın koruyucuları, adı olan her şey başka bir ada, kâğıda yüklenmektedir, hiçbiri olmasa bile kâğıt başlı başına var kılıcıdır, yaşamı bir arada tutar ve anıların çözünmesini sağlar. Yükü azalan anlatıcının devinmek için gücü artar, ilk kez gördüğünün hayreti kalır bir. Toprakla uğraşan birini hiç görmemiştir zira deniz kıyısındaki kasabada doğup büyümüş, çocukluğunda balıkların şarkılarını dinlemiş, ailesinin tuzunu bilmiştir tat olarak, gitmesi sonralarıdır. Anne kokusu, baba eli, deniz artık kayıp giden bir yüzeydir, uzak şehirlerden birindeki fırının deposunda virgülünü bekler ki duraksamanın, un çuvallarının taşınmasının, ekmek kokusunun, gece vakti yakılan odunların ışığının ardından tekrar taşısın anlatıcıyı. Güz’e önce, bir yerlerde karşısına çıkar, umuyor anlatıcı, Kış’a da rastlar elbet de anlatıyor ona zaten, aralarında tek taraflı bir iletişim olsa da mektupların adrese varma ihtimali yeter iletişim için. Birinin yazdığını diğeri resimlese, kavuşmaktır. “Güzel resim çizerdin sen. Yüzüm gözünün önüne gelse eminim resmedebilirdin. Ben yapamam. Yani kendi yüzümü çizemem, seninkini de… Diyeceksin ki, sen zaten resim çizemezdin. Doğru, çizemem; ama demek istediğim, çizebilsem de çizemem. Hatırlamıyorum ki yüzlerimizi. Hiçbiri gözümün önünde canlanmıyor. Ne senin yüzün, ne Güz’ünki ne de kendiminki.” (s. 15) Unutuş. Yeni bir defter bulursa, yazdığı biterse geri dönebileceğini söylüyor anlatıcı, ancak o zaman hatırlayacak kim olduğunu, kim olduğunu düşünen benliğini.

Coğrafya değişir, iklim değişir, mevsim değişir, anlatıcı harekete uyar da bilinci değişir, defterinin sağladığı güveni -anlatıcı yolda parçalanır, parçalarını bir arada tuttuğu uzamdır defter- geride bırakasıya değiştirir düşüncesinin dışavurumunu. “Bir de kendi kendime konuşuyorum. Yok yok, delirdiğimi düşünme, sırf sesimi işitmek için. Onu unutmayayım diye. Günün birinde gerekir de biriyle konuşursam, garipsemeyeyim, başka biri konuşuyor sanmayayım diye.” (s. 19) Konuşmaz değildir, hikâyelerini dinlemek için yaşlılarla, merak ettiklerini duymak için işçilerle konuşur mu, diyaloğa girmez ama sorduğunu biliriz, nadiren bahseder. Trenlerin yavaşladığı yerlerde, duyularının izdüşümleri nesneler, taşıtlar kadar büyük nesnelerdir, eline alabileceği kadar küçük nesnelerdir, tepelerde atladığı vagonlar kendi gibi yolcuları tanıtır, neden orada olduklarını bildikleri için hemen hiç konuşmazlar. Kuzeye doğru gittiklerini bilirler, bir şeyi aradıklarını bilirler, tarihin bir yerinde asılı kaldıklarını bilirler. Yalnız değildirler, anlatıcı kuzeye vardıktan(!) sonra limanları, iskeleleri, denizleri, ormanları dolanmaya devam ederken rastlar: “Fark ettiğim bir şey daha var. Kıyılarda bekleyenler… Bir kıyıda liman, iskele, rıhtım olmasa da, denizden gelecek kimseleri olmasa da, bekleyenler oluyor… Birini bekliyormuşçasına deniz kenarında boş boş oturup uzaklara bakıyorlar.” (s. 24) Toplasam günlerce bakmışımdır adalara, beklemenin dışına varan hiçbir şey yok: adaların gelmesini beklemişimdir, bulutların gelmesini, dalgaların yavaşlamasını, zihnimin hızlanmasını, mükemmel kayboluşu, eve dönmeyi. Anlatıcı “bakılacak anlamlı bir şey” bulduğunda, çoğunlukla anlamlara baktığını fark ettiğinde gemi var karşısında, yan yatmış bir jilet kaynağı, ölüme yatmış. Yine sahile döneceğim, Maltepe’de uzunca bir süre durdu bunlardan biri, penceresinden içeri süzülmenin, suya batmış katlarında dolanmanın hayalini kurdum, yankıyan suyun sesini duymayı, koridorlarında dolanan balıkları kaçırmayı. Yatık geminin başkalaşmasından kendime bir kendilik, ne çıkarabilirdim, sona ermenin heyecanı. Anlatıcının tren camına baktığı, tren camından baktığı, dünyaya tren camıyla baktığını görmek, tren camındaki izleri, dışarının izlerini, tren camındaki içerinin yansımasını, her yüzeyi tek bir bakışta görmesinden çıkarmak bakışın kirlenişini, anlatıcının deftere aktarırken yitirdiklerini, seslendirdiğinin ezgisiyle diğer melodileri kaçırdığını, hayatın bir eksil(t)meden ibaret olduğunu. “Bıçak gibi soğuk su, balıkçıların yüzüne her gün keskin çizgiler çiziyor.” (s. 27) Uzun devirlerin sebep olduğu kısa devirler, insan nihayet suya varacaksa yüzünün çizgilerini takip edecektir ki anlatıcının yaptığı da kabaca budur, su kenarından çıkıp su kenarına varmak. Sonda karanın orta yerinde kalmasının, ormanda kışa tutulmasının anlamı.

Hangi kasabaysa mendireği var, anlatıcı kayaların üzerine oturup yazıyor mektuplardan birini, ileri geri yürüyen iki kişi dışında başka kimse yok. Kışın ilginç, mendireğin bir yanında kıyamet koparken diğer yanı sakin, bir yanı korku verirken diğer yanı evin rahatlığını anımsatıyor, anlatıcı evinden uzakta olmaktan ötürü tedirgin, duyguları doğayla biçimleniyor. İshakkuşu geceden korkular taşıyor sesiyle, köylüler mevsimi gelince karanlığın sesini duyabildiklerini söylüyorlar mı, adalarda yolculuklar seyyahın ritmini yavaşlatıyor mu, güzergâhta bir aksama mı bu, sorularla beslenen anlatı. Akşam vapuruyla gelen kopuklar yorgunluklarını kıyılardan çıkarıyorlar, adalılar alışkın oldukları için kuytulara çekilip değirmenin altında ateş yakan güruhu izliyorlar. Heybeli olabilir mi, o yel değirmeni metruktu bir zamanlar, sadece sessizliği arayan giderdi ama yalnızlık bulunmaz oldu oralarda, şaraplar ortadan kalktı, ateşler yakılmıyor. Sabaha karşı sesleri kesilince balıkçı barınağındaki tahta şezlong uyanıyor, anlatıcı duyduklarını gözlerinde canlandırıyor. Acısı neydi, sırtına saplanan ağrının nedenini merak etmesine rağmen eşelemedi, geçmişe döndü, kıyıdaki curcunadan babasıyla kurduğu sessizliğe. Uzak bir bozkır şehrinden gelmiş baba o sahil kasabasına, köyler boşaltılırken, insanlar yurtlarından edilirken. Doğayı anlatıcıya onun öğrettiğini söylemek, çocukluğun büyüsüyle donanmışken anlatıcı, bir ihtimal. “İyi arkadaştık onunla. Pek konuşmazdı babam. Ben de öyle. Yüzüme, gözlerime doğrudan bakmazdı. Yan yana dururken beni yan gözle süzdüğünü, ya da uzaktan izlediğini hissederdim. Ben de, bir işle uğraşırken ya da önüm sıra yürürken izlerdim onu. Sözleri de bakışları gibi, doğrudan değil dolaylı olurdu. Ders çıkaracağım hikâyeler, anılar anlatırdı bana.” (s. 43) Metnin şuraya sığışabileceğini düşünüyorum, anlatıcı Güz’le Kış’ı ararken neyle karşılaşıyorsa kaynağı bu ilişkilenme biçimi sanki, sessiz anlaşmanın tezahürleri. Babayı aramaya indirgenemez, parçalardan biridir olsa olsa, sonuçta o kasabaya dönüş nihai hedef olmadığına göre asıl olan dünyayı duymaktır, dünyayı adımlayarak anlamaktır.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!