Oktay Akbal – Yaşamı Yeniden Kurmak

1970’lerin ortalarından Akbal yazıları. Kitaba adını veren: W.H. Auden insanın kendi eseri olmayan bir dünyada korkular içinde yaşadığını söylemiş, Cowper’ın bedenden bir mezara gömülmekle ilgili dizesini yanına koyalım, Aksal gençlerin yetişme çağında dünyanın kendileriyle birlikte başladığını düşünmelerinin iyi bir şey olabileceğini, eylemin ve yaşamın itici gücünün bu çiğ özde olduğuna dair fikri, hepsini toplayınca ölüm gerçeğinin aşılıp da yaratıcı herhangi bir eylemin ortaya çıkabilmesi söz konusu. Dünyayı yeniden kurmaya varıyor mevzu, ancak bu noktada anlam kazanan bir kör uçuş, yoksa ne ölüm insanın aklındadır ne sanatın tarihi, birikimince eyler sadece. Yarına ve düne buradan bakılınca, bir sonraki yazıda Victor Hugo’nun geleceğe dair görüleri insanların akıl etrafında toplanmasıyla 20. yüzyılın Avrupa kardeşliğinin ortaya çıkmasını sağlıyor, oysa üç yıl sonra Fransa savaşa giriyor, çok büyük bir savaş var ufukta, ardından ikincisi, Hugo’nun umudu gerçekleşmeyince daha da yarınlara bel bağlıyor Akbal. Havada yüzen ümit kadar can sıkıcı bir şey var mı acaba, insanın insana kulluğunun bitmesinin ihtimalinin en yüksek olduğu zamanda şiirle kazımak iyidir bunu, yetmiş yıl sonraysa bir tür nostaljidir zira sömürü aynı kalmışsa da rıza üreteçleri çeşitlenmiştir, kulluğun tanımları güncellenmiştir, dolayısıyla kardeşlik içinde yaşayan insanlar yeni içerikle, biçimle sunulmadıkça hiç yaşamayacak insanlar demektir, anakroni. Ölümün yaklaştığı hissedildiğinde, orada gerçek bir eylem var işte: “Ziya Osman Saba’nın son kitabı ‘Nefes Almak’tı. Ölmeden önce hazırlanmıştı basıma, yatağının ucundaydı. Son görüşmemizde ‘ölümümden sonra basılacak’ demişti. ‘O kadar çok bekletmeye hakkın yok okurlarını’ demiştim gülmeye çalışarak. Bekletmemişti! Şimdi dizelerinde soluk alıyor bir ozan olarak.” (s. 9) Bu bağlamda gününü ve geleceğini daha iyi yakalamış bir metindir Saba’nınki, örneği yazıda mevcut. Başka yerden bakmak geleceğe, muhtemelen o zamanların ses getiren bir yeniliği: insana maymun kalbi takmak! Deney başarısız olmuş ama hayalini kuruyor Akbal, insanda maymun kalbi atsa neler değişirdi? Elizabeth Taylor gözlerini bağışlamış, kim bilir neler görmüştür o gözler? Erhart’ın benlikle ilgili metninde gözün ve gözün takılacağı insanın yeni durumuyla ilgili yürütülen akıllar canlılığın sürmesine, tek bir varlığın animalistik açıdan dağılmaksızın tamlığını koruyabileceğine eriyordu, hukuki açıdan büyük tartışmalara yol açacak ama felsefi zemin yavaş yavaş hazırlanıyor böyle aktarımlara dair. Akbal’ın dediği nedir, “Bir de şu açlığı, yoksulluğu, insanı en aşırı utançlara sürükleyen acıları ortadan kaldıracak yolları, çareleri bulsak? Bilim, insanın yararına olan bir çalışmalar bütünü değil midir, öyle olmamalı mıdır? Maymunun kalbin insana tak, Mrs. Taylor’un gözlerini bir kör kıza yerleştir, kentleri koruyan ama insanları öldüren nötron bombaları yap!.. Bunlara ilerleme, uygarlık de! İnsanoğluyla eğlenmek oluyor böyle oyunlar…” (s. 12) En klişe fikirleri yazılarına doldurmaktan çekinmez Akbal, yapıştırıverir her şeyin insanlar için olması gerektiğini, bilimin bilmem ne için, şuyun bu için iteklenmesini, bilmem ne. Güncele dair yorumları can sıkıcıdır, alelade bir toplumculukla biçimlenmiştir, hep de aynı biçimde, bu yüzden anılarına gitmesini beklerim ki heyecanlandıracak bir şey söylesin. Fahri Onger’le ilgili yazısı mesela, Tekin Sönmez’in çıkardığı bir dergide Onger’in eleştirilerinin yer aldığını öğreniriz, Şükran Kurdakul’un Onger’i övdüğünü. Arıza çıkarmıştır, Nâzım Hikmet’in sanatı üzerine henüz derli toplu bir çalışmanın ortaya çıkmadığını söylemiştir, Akbal hemen Afşar Timuçin’inkini anar, Onger’in biraz daha bakınmasını söyler etrafına. Onger 1971’de, erken yaşta öldüğü için üzgündür Akbal, memleketin önemli bir eleştirmenden mahrum kaldığını belirtir. Yayıncılığı da vardır Onger’in, Akbal bahsetmemiş ama toplumcu damarın göründüğü bir kaynaktır o, Anna Seghers, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar’ın birer kitapları buradan çıkmıştır. Kitap tanıtımlarının vasatlığı bir kenara, Kazancakis’in anılarından birini ilginç bulmuş Akbal, aktarıyor, ben de aktarayım çünkü ilginç: Kazancakis çağrılı olarak gittiği Moskova’da Istrati’yle karşılaşır, hemen dost olurlar, ardından Gorki’nin evine giderler. Cepte dört şişe şarap, bir dünya sigara, ustanın karşısına çıkmaya hazırlar. Gorki gelir, övgüleri ifadesiz bir yüzle karşılar, ardından en büyük hocasının Balzac olduğunu söyleyip yan odaya geçer zira başka konukları gelmiştir. Istrati yıkılır, Kazancakis dostunu teselli etmek için her insanın çöl canavarı olduğunu, etrafındaki uçurumdan geçilemeyeceğini söyler. Istrati usanmış bir halde bunu bildiğini ama hep unuttuğunu mırıldanır. “Kazancakis’le Istrati’nin Gorki’nin evindeki yıkılışları acıdır, ama anlamlıdır. ‘Senin büyük değerin bu Panait. Bilmeseydin vay haline! Budala olurdun. Bilip de unutsaydın, vay haline, soğukkanlı ve duygusuz olurdun, oysa şimdi gerçek insansın. Sıcak, saçmalıklarla dolu, ölünceye kadar ümitler ve hayal kırıklıklarından ibaret bir yumak.’ Sonra Gorki’deki o büyük acıdan söz ederler, o ‘soğuk, alıcı, teselli edilemez’ halinden. Panait ‘Bağırsaydı, içseydi, hafiflerdi,’ der.” (s. 18)

Sonlara gidiyorum, Yalçın’ın edebî anılarından bölümler var, hikâye bilindiği için geçeceğim de Yalçın’ın Manisa’daki çiftliği toparlamak için izin almaya çalıştığını, alamadığını belirteyim, Yeni Zelanda işini son anda Tevfik Fikret’in cortlattığını biliyordum ama Manisa’ya gidememelerinin sebebini ya unutmuşum ya bilmiyormuşum. Tayfaya yöneltilen eleştiriler için gelsin: “Bu yargı görünüşte haklı olabilir. Çünkü Servetifünun Edebiyatı açıktan açığa yurt, ulus ve özgürlük konularına dokunamamıştır. Çünkü bu olanak yoktu. Ama Servetifünun matbaası bir ulusculuk ve yurtseverlik ocağıydı. Onun yazarlarını sanat bağı birbirine bağlıyorsa baskı yönetiminden ve Saray’dan tiksinti, özgürlük ve Meşrutiyet’e sevgi duygusu da onları o kadar birleştiriyordu. Servetifünun’da yalnız siyasal komplo yapmak düşüncesi ve girişimi yoktu. Ama ülkede sürüp giden baskı yönetiminden ve ağırlığından kurtulma dilekleri yüreklerde pek canlıydı.” (s. 143) Bu tamam, Önce Ekmekler Bozuldu‘nun yeni baskısını görünce geçmişe giden Akbal’ın kendi metnini anlatırken metniyle araya koyduğu mesafenin diğer metinlerle arasına koyduğu mesafeden daha büyük olması ilginç. Zamanla ilgili sanıyorum, o zamanlar yirmi bir yaşında Akbal, 1944, savaşın komşuya gelişini hatırlıyor. 1941’de liseyi bitirmiş, okullar Nisan’da tatil edilmiş, İstanbul boşaltılmış, Alman orduları Yunanistan’a girmiş, Bulgarlar Nazilerle işbirliği yapmış, savaş kapıda olduğu için geceler kararıyor, ekmekler bozuluyor, orduyu beslemek için ülkenin bütün kaynakları seferber ediliyor. Zihni Küçümen’in Ortaköy’ünü hatırlıyorum ister istemez, insanlar kaç yıl balıkla beslenerek hayatta kalabilmişler, ekmek mekmek her şey karneye bağlı, Akbal’ın yaşadığı Şehzadebaşı’ndaysa durum çok çok kötü. Yazının sonuna doğru inceden bir kıyaslamaya giriyor Akbal, böylece ilk yazısındaki meseleye dönmüş oluyor, alıntıyla bitireyim: “İlk öykülerimle son yazdıklarım arasında bir ayrım varsa yılların kazandırdığı belirli bir ustalığın ağır basmasıdır. Yoksa ben o gençlik öykülerimin insanıyım yine. Ama bugün bu denli içten olamam, bu denli yalın, bu denli açık, bu denli arı… Gençliktir, gençliktedir en büyük güç. Ozanların, öykücülerin, sanatçıların gençlik yapıtlarına bakın: Hep bu tazeliği, bu yeniliği, bu içtenliği, bu bozulmamışlığı göreceksiniz… sonraları, zaman bizi yoğurur, evirir, çevirir, birşeyler öğretir, bir çok şeyleri de silip kazır üstümüzden, başka bir insan yapar bizleri… Daha düzgün, daha başarılı, daha etkileyici, daha sağlamdır olgun yaş yapıtları. Ama gençliğin havası yoktur artık. Ne yapalım, yaşadık işte, suçumuz bu mu diye sorar kişi ilk gençlik yıllarının ürünlerine bakarken. İyi ki yazmışım, iyi ki yaşadıklarımdan birşeyler koparmış, ak kâğıtlara koymuşum, der; pek de boşuna geçmemiş o yıllarım diye sevinç duyar.” (s. 147)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!