Kitap yazıları kısa, izlenimlerden ibaret, bir de eş dost itelemesi var sanıyorum. Ali Püsküllüoğlu’nun bir kitabına şöyle bir değiniyor Anday, alıntılarla zar zor bitiriyor yazıyı, bomba. Kitabın konusuna göre kendi yaşamından hikâyecikler çıkarıyor ortaya, hoş, mesela Gogol’un bir metnini anlatacak, kendi çeviri serüveninin bir bölümünü anıyor zira Gogol çevirmiş zamanında. Toussaint’in Banyo‘sunu anlatıyor, şahane bir anlatıdır bu arada, Oblomov’la kıyaslayıp hareketsizliği açıyor ama nasıl: “Evet, hareketsizliği övüyor, ama dinamik bir hareketsizliktir bu. Şöyle benzeteyim, hareket halindeki tekerleğin orta yeri gibi bir şey.” (s. 161) Ne kadar ortası olursa olsun yerinde döner de görünmez, ilginç benzetmelerden biri. Cumhuriyet Kitap‘taki kısa tanıtım yazılarından bunlar, sanırım kitap yollayan üç beş yayınevi var ki başka yayınevlerinin adını anmıyor Anday. Ayrıntı, Cem, Metis, bir de Can var ama az. Yayınevi tanıtımı gibi biraz, açıkçası Anday’ın yazılarına bakıp herhangi bir kitabı merak etmezdim, haliyle bir iki kezden sonra yazılarına da bakmazdım. Kimlerin yazılarına bakıyorum, düşündüm, kimseye bakmıyormuşum. Kimse sahaf gezmiyor, kodamanların alanının dışına göz atmıyor, bunları yapsa yazısına sıkıcılıktan altı ay yer, neyine bakayım. Anday’ın hikâyeleri yeter incelemelerinin genelini düşününce. Zirve sanıyorum Necati Tosuner, Elde Kitap‘taki yazılarında hayatının bir yerinden girer, öbür tarafından çıkar, başka bir yerinden girer, sonda da ele aldığı kitabı şöyle sağlam bir silkeler. Baştan silkelese olmaz, okurun hazırlanması lazım ki o kilit sözcüklerin taşıdıkları anlam iyice bir açığa çıksın. Tosuner azın da azı sözcükle kurar metni, hatta sözcüklerin arasındaki boşluklarla kurar, noktalama işaretleriyle desteği çattı mı tamam. Anday’sa bol, geniş, bir kere alıntılarla doldurduğu çok, diğer yandan meseleyi özetlemeye bakıyor. Sosyalizm mi, orada başka metinlere gidiyor, odaktaki metni orasından burasından açıyor ki kafa yorduğu konularla ilgili bir kitapsa anlattığı, önceden çok düşündüğünü, çok okuduğunu söylüyor. Antik Yunan uygarlığı mesela, şiirlerinin temellerinden biri, sağlam araştırmış o dönemi Anday. Şu ilginç ama, Antonioni’nin Cinayeti Gördüm‘üne değiniyor birkaç yazısında, çok sonra filmin aslında bir uyarlama olduğunu öğrendiğini söylüyor. Takip etmiyor da değil, Paz’ından bilmem kimine Latin Amerika edebiyatının yazarlarını biliyor ama Cortázar’ı kaçırmış. Borges’le ilgili yazısında okumanın kendisi için giderek güçleşmesini çağrışımlar yüzünden metinden metne savrulmasına bağlıyor da yeniyi takip etmede zorluklar yaşadığını sezdim, bilmem ne kadar doğru. Tosuner’e sorduğumda hiçbir şey okuyamadığını söylemişti, tek tük okuduysa da eş dost metni olduğu için. Yenileyecek bir kendiliği bulmak iş artık, kendilik varsa gücü bulmak. Başka sebepler varsa yaşlanana kadar bilemeyeceğim, ortada olanı diyorum. Borges okuyor Anday, Kum Kitabı, aslında kendi yaşamı. “Nasıl sürdürebilirim okumayı, benim de başımdan buna benzer bir olay geçmişti. On üç ya da on dört yaşındaydım, Kadıköy Yoğurtçu’daki taş okula gidiyordum. Bir gün, ikindi vakti okuldan dönüşümde yalnızdım, parka girdim, bir şey beni tuttu orada. Derenin ve gökyüzünün rengi değişmişti, kızıla çalıyordu, bütün dünya başka bir dünyaydı, ben bu başka dünyada yaşamaya başlamıştım. Tansık gibi bir şeydi bu, o günkü mutluluğumu unutamam.” (s. 70) “Kolları Bağlı Odysseus”a manzara olmuştur bu, şiire eklediği kıtayı alıntılıyor Anday. Bu arada The Return‘ün sonunda Odysseus kendine ait olanı geri alıyor, sonra gemiyi ve denizi görüyoruz. Şarap rengi denizi. Hoş. Benzerini görmediğimiz göğün altında yaşamımızın değişimi, olmuştur, bakakalırız. Yıllar sonra okuduğumuzdan fırlar, yazdığımızın bir parçası olur, Borges’le Anday’ı bir yerde birleştirir böyle. Zamanı kaç zaman düşünmüştür Anday, İsa’nın zamanında insanların nasıl düşündüklerini düşünecek kadar zamansallığa hakimdir, dolayısıyla Borges’in öyküsünde İsa’nın Lazarus’u dikelttiği kısmı başarıyla ele alır. Havarilerin mucizelere açıklığı, İsmail Kara’nın Aramakla Bulunmaz‘ında ulviyeti ta kalplerinde hissedenlerin şahit oldukları olağanüstü işler, Romalıların inançları uğruna çat diye intihar edebilmeleri, hemen hepsi Borges’in öyküsüne tıkılmış. Bambaşka bir hayat o zamanlar, Anday o sade sözün, Lazarus’u kaldıran iki sözcüğün sadeliğinde yatan gücü iyi biliyor, Borges’in bu başkalığı yansıtma biçiminden pek etkilenmiş. Aslında zamanla ilgili metinlerin çoğuyla ilgili, Metis Çeviri‘nin zaman konulu sayısına uzunca bir inceleme yazmış, Herakleitos’un aldatıcılığından bahsediyor: akıyor diye tutturmuş, biz de hak vermişiz ama akışı gösteren bir şey olmayabilir, zamanın “aktığı” çizgisel alımlayışın sonucu. İki hiçliğin arasına sıkışmış bilinçlilik ânı mı, boşa geçen bir şey mi, geçtiği kesin mi, sorguluyor Anday.
1980’lerin sonuna doğru Çerçeve‘de çıkan yazıları daha nitelikli, Anday’ın yeri dar olmadığı için belki. “Şiir ve Çevirisi”ne bakıyorum, Divan şiirinden çeviriye dolana dolana geliyor Anday, önce Ataç’ın yolda yürürken beyitler okuduğunu anlatıyor, iyi beyitler bunlar, öyle koca koca divanları okumaya gerek yokmuş da birkaç iyi beyit yetermiş şiiri takdir etmeye. Hisar’ın ellerinden öperiz. İşte, defter tutmuş Anday, sevdiği beyitleri yazmaya başlamış ama sürdürememiş. Arap harflerinin sesinden, görünümünden güzellikler çıkıyormuş ama çeviriye gelmezmiş bunlar, başka dilde göstermesi zormuş. “İkon şiiri”. İmgeler arasında düşünmeye çağırır da yenileyemez kendini, çok sıkıdır, sadeleştirmeye dahi gelmez ki Tevfik Fikret’in şiirlerinin sade hallerinin kötü olduğunu söylüyor Anday. Tanzimat döneminde şiir çevirileri yapılmış ama doğrudan anlamı veren, ne sesle ne biçimle ilgilenen başarısız çevirilermiş bunlar. Hain çevirmen. Anday da çevirmiş Mevlânâ’dan, Abdülbaki Gölpınarlı’ya okumuş, Gölpınarlı o çevirileri bütün dünyanın duyacağını söylemiş de hiçbir ses çıkmamış. Anlaması güç olduğundan mıdır, Anday güç yazıların yazılmasını istiyor zaten, bu fikrini gazetede yazdığı zaman canavar gibi tepki almış çünkü zaten okur yeni yeni okumaya başlamış, kolay şeyler istiyormuş, olacak şey miymiş zor yazıları fişeklemek. Okuru güçlüğe sokmamak aslında yazarı, edebiyatı, çağı şaralop diye aşıp geçmek, düşünmemek demek, yazar “maalesef” biraz güçlük çekilmesi gerektiğini söylüyor. Okuru yükseltmeli, yazar inmemeli. Öğretim üyesi bir hanımla aynı masada yemek yiyormuş Anday, hanıma göre yayımlamamalıymış kendisi için yazıyorsa. Bunun daha vahimini duydum, sevdiğim bir yazar arkadaşım söyledi, şaşırmıştım. Kimin niçin yazdığını bilmem de ben yapacak daha iyi bir işim olmayınca yazıyorum, mesela domates yediğim zamanlarda asla yazmam ki domates yemeye ciddi ölçüde zaman, emek ayırırım. Oldu da oturdum, kendim için yazmam, okur için yazmam, yazdığım bir önceki şeyden olabildiğince uzağa düşmek için yazarım. Bir şeyi sınarım ama neyi sınadığımı bilmem, zaten hemen kalkıp gitmek isterim, mesela sahilde yürümeye karar verir vermez kendim için bir şey yapacağım için mutlulukla kaparım bilgisayarı. Kalacaksa kalacaktır, yoksa geldiği yere geri dönecektir yazmaya oturduğum şey, verdiği heyecan silinip gidecektir. İyidir, her şey kalacak diye bir şey yok, her şey yazıya dönecek diye bir şey yok, her şey bir kurgunun parçası olacak diye bir şey, bu var ama yok. Gevezeliği Plehanov bahsiyle bitireyim, estetik nitemi öne çıkarmadığı için Anday da eleştiriyor Plehanov’u, hani sınıfsal, toplumcu bir değer yargısı sanat için geçer akçe değil pek, sanat o zekâyı, görgüyü istiyor. Ben de istiyorum, bu yüzden çok az kurmacayı beğeniyorum zira kafa istemiyor çoğu. Hemen hepsi.
Anday’ın denemelerini gören yapıştırsın, bu kitabı sahaflardan bulunabilir. Giden varsa.
Cevap yaz