Şair, çevirmen Mazhar Candan’la ilgili pek bir bilgi yok ortalıkta, 1990’larla birlikte YKY’yle, Enis Batur’la ilişkilendiği dışında pek bir veri de yok, sanki münzevi şöyle bir görünüp kenara çekilmiş, parladığı anları dile getirememiş de sezdirmiş anca, o da parıltıdan neleri yitirerek: “Başka bir şey de gelemezdi elimden. Esrikliğin dönencelerinde buluştum seninle… Yitmiş, dolanmaktaydın mor ışıltılı, yok uzayda; kolların ve saçların boşluğu kucaklamaktaydı; gözlerinde binbir yalancı yıldız yalazı. Yelin şişirdiği bürümcük giysilerdi sanki bedenlerimiz, birbirine süründükçe uğultularla, duyulmadık bir senfoni şakaklarımda. Ya ellerimiz? Yoktu ellerimiz… Yoktun sen! Ve ben; o müziğin çılgın girişimi arasında ve mor denizle yüz yüze, yokluğumdan öte ne verebilirdim sana ?..” (s. 42) Ruhun kösnülüğünden bir türlü tamamlanamayan terli sevişmelerin ayazı pektir, cinsellik ve yeni bedenler atlası ancak ölümü göze almış eli kâşiflerce mümkün olabilir, anlatılmaz olguların alacakaranlığında sıkıntının şafağı Tanrıca bir neşenin devinmesiyle parlayabilir ancak, kısacası sözcüklerin bir türlü kapsayamadığı, kapsamasının da pek olası olmadığı düşünce parçalarıyla dolu bu günlük, kanca atması zor, kancanın bir yere tutunması zor, o an kâğıda dökülmezse hemen kaybolacak duygulanımların arasında büyük yazarların, şairlerin, sıradanlığın, örneğin sıradan ahtapotların, balıkların, Ege kıyılarının ve her şeyin has seyircisi Tanrı’nın kafayı uzatıp baktığını görürüz, Candan’ın aşkınlığı karşısında korkuyla çekilirler geri. “Kalemi alıp, ak kâğıdın böğrüne dayadığımda, ilkel ‘şaman’ların gücünü duyumsarım. Öz gücümün de üstünde olanaklarla kuşanmış sayarım kalemimi. Gizle, büyüyle, benden öncesi ve sonrasıyla ilişki kurabileceğim bir aracı gibi bakarım ona. Tökezleyip duran sözcüklerimin, birden zincirlerinden boşanıp özgürlüklerine kavuşmalarını umar ve beklerim içten içe, ürpertilerle…” (s. 18) Çağrışımları serbest bırakır, gecenin çağrısından cehenneme varır, sığındığı mağara kovuğundan cennete, gökselliğe varır Candan, hikâyeleştirmez, noktaları birleştirmez, zihinsel sıçrayışlarla kurar metnini zaman zaman. Çok mu biricik bir iş yapar, hayır, söylediği gibi şamanistik(?) bir kayıt tutma işidir onunki, dili kullanabildiği ölçüde -pek de mahir değildir, o uzamı anlatmanın sayısız yolu varken belli bir sentaksın dışına çıkmaması sınırlarını da gösterir, çarptığı duvarı yıkmak istemez gibidir şiirinde bile, sadece sözcüklere güvenmek yetersizliğe çıkan kestirme yol- vardır ki pek yoktur, parıltıları dışında. Enis Batur’u anlattığı bir bölümde kendi eksiğini de dile getiriyor aslında, Yılmaz Gruda’nın “sözcük kuyumcusu” dediğidir Batur, sözlüğü geniştir, cümleleri genişleyip daralır, satıra sığmayabilir, parçalanmaya müsaittir, akışkandır kısacası, Candan’ınki kalıbı zorlamaz, bu yüzden kısıtlıdır anlatı yeteneği, o kısıtlılıkta da coşku büyüyebilecek alan bulamaz, vasatlaşır, sıradanlığa gönül ve akıl indirir: “Gün bitti. Geceyle birlik, ince bir sızı yağdı durdu şakaklarıma. Bir yumruk gibiydi içki, kandıramadı yine de… Kanlıydı gün… Kanlı! Genç kızların, delikanlıların kanı. İşçinin, öğretmenin, öğrencinin, ürkek, esrik ve sevecen kentsoyluların kanı. Bizim kanımız… Kanlı canlı insanlar çevremde yine. Bütün bir gün boyunca satanlar, satılanlar… Kanlı, gözyaşını uslarına bile getirmeden; yoksulluğu, haksızlığı, cinayeti görmezliğe, bilmezliğe alanlar çevremde yine. Boğuntu… Ürkünç bir boğuntu. Sürdüreceksin yaşamını bu biçim. Ve, ‘genellikle kimse can vermez böylesi bir duygu nedeniyle,’ diyeceksin. Yaşayacaksın, güleceksin bile…” (s. 28) Meh. Ezginin çizgiyle, çizginin renkle ilişkisi, yere düşen renkli camların parçaladığı görüntü, boyadığı zemin çağrışımları göstermenin kaçıncı yolu bu güncede, aynı duygulanımlara erildiğini gösteren kaçıncı tekrar, üstelik iki üç kayıt genişletilerek tekrar konmuş metne, bu daha kötü. Candan dokunamayacağı olanağı gösterir, anlatı olanağı, düşünce olanağı, bir adım ötesinde durmakta ama araçsızlıktan ulaşılamaz halde beklemektedir. Bekleyeni sezdirir Candan, bu sebeple yazdıkları okumaya değerdir, asıl güvendiğini düşündüğüm sözcüklerinden ötürü değil. Şunuysa nereye koymalı bilmiyorum ama yazarı herhangi bir yere koymamalıydı: “Kar serpiştiriyordu, üşüyordu kız. Ben de… Yüreğim gırtlağımda, yürüyorduk. İlk hızı gece verdi; elini tuttum, paltomun cebine soktum, ses etmedi. Isındı ellerimiz, tutuştu, paltomun cebine soktum, ses etmedi. Isındı ellerimiz, tutuştu, duygunlaştılar. Azıcık sıktım parmaklarını, azıcık; çekingen bir yanıt alana dek. İşte o andan başladı serüven, usulca sevişmeye koyuldu parmaklarımız; bizlerden kopmuş, çevrelerine aldırışsız hayvancıklar gibi. O ilk ‘cinsel birleşme’nin tadını, özgürlüğünü yaşamadım bir daha…” (s. 29) Günceler “gülünç ve ürkünç toplamı kişinin”, evet, koskoca bir günü bir sayfaya o sayfada sinek öldürüldüğünü yazarak bitirmek mümkün, evet, Erdal Öz’ün eleştirdiği gibi Salâh Birsel’in yapıp ettiklerini dökmesi de mümkündür ve Birsel’in yapıp ettikleri günlüğünü, gündelik yaşamını tamamladığı için yerini bulur onca metnin arasında, evet, ama: zamansız, sıradan yaşantı parçalarını bağlama yerleştirmeden koymak metne, yine olur ama Candan’ın kuramadığı bütünlüğe bakınca olmaz. Mayakovski’nin “acınacak ölçüde değersiz mektupları” diyor bir yerde Candan, yayımlanmaya değer görüldüğü için şaşkın, eh, en azından Mayakovski’nin muhatabına fişeklediği tuhaf sıfatlar, uydurduğu türlü oyun yeter o mektupları okumaya, şiirlerinden nasıl ayrılır bilmem ama oyunu çok ciddi veya komik oynamak bir oyuncunun yeteneğiyse neden hep ciddiyet aramalı bilmem. “Bireysel tutkuları içinde vızıldayan; şımarık, dengesiz ve ağlamaklı bu kişiliğin, öte yandan şu dizelerin yaratıcısı olduğunu bilmek daha da şaşırtıcı…” (s. 21) Şiir geliyor sonra, yansımadan yoksunluk geliyor önce, hani günceye bakarsak. Bunun yanında dışı anlatım ışıldıyor resmen, Candan’ın inceleme parçaları iyi. Nâzım Hikmet mi demişti Kemal Tahir’e, Orhan Kemal’e de olabilir, hani yazdığı insanların okuma yazması olmadığı için onlar okuyamayacak kendilerini, bir yere sabitlendiklerini bilemeyecekler, sırf kâğıdaysa.
“Irazca’yı biliyordu turp kökleyen köylü kadın. Okumamıştı, hayır… Okuma-yazma’sı yoktu. Ama yörede filme çekilişini görmüştü. En beğendiği de Irazca’nın öfkesi olmuştu. Irazca’nın diri, haklı, güzel öfkesi. Gerçek Irazca’ya yakışanı buydu, işte salt bu bölümü yalan gelmemişti de, kalkmış kente filmi görmeye gitmişti.
Elindeki koca bıçakla, iki vuruşta kökünü, sapını budayıp yanına atıyordu. Turpları. Başını kaldırıp bir kez bile bakmamıştı soru soranlara, filmini çekenlere. Evet, gerçek Irazca’yı tanıyordu. Kimbilir, belki de Irazca’nın ta kendisiydi…” (s. 19)
“Füsun Altıok”un bir yazısı, denemenin neliğine dair, Candan çok etkilendiği için ikinciye dönüp okuduğunu söylüyor, çok etkilendiğini söylemesine rağmen o metinden yola çıkarak kendini neden genişletmeye çalışmadığını söylemiyor. İkinci kez okumuyormuş öyle metinleri çünkü çağın öğretisine göre zaman çok değerliymiş, “çil çil altın gibi toprağa gömüp üstüne oturmaktaymış” Candan, alıntıladığı bölümü tansık olarak gördüğünü belirtiyor da, yani, oldu mu o tünemek oraya. Sezgimce şöyle, Candan coşkunun türlerini okuyor ama coşkunun, tutkunun dile getirilme biçimine dair pek az düşünüyor, yoksa Akatlı’nın pek kıymetli yazısındakine benzer kıymete sahip nice yazılar var, bahisleri yok. Yazıyla karşı karşıya okur, değişiyor, yazıyı da değiştiriyor zamanla, Candan’daysa yirmi yılda değişen hemen hiçbir şey yok. Kendin(c)e bir çakılma, Rilke’den veya Kafka’dan sadece benlik koparmak evrimi kapı dışarı etmek demek, ancak görmeme isteği varsa olacak iş. Sınırlının kayıtları var bu kitapta, Candan açılabildiği kadar açılıyor ama kendine dönmekten, süreğen kendiliğinden vazgeçmiyor hiç, dehşete düşürse düşürür. Kadını heyecan verici objeye indirgemek mi sade, şiirden şiir çıkarmamak mı, ya yetersizlik ya zayıflık.
Cevap yaz