“Bakır” fragmantal öykü, bölümlerde Bakır’ın zihnindeki karmaşadan doğanın sivri uçlarına gezinti. Kerim Oğlu Bakır’a uyanması için haykıran Şadiye ölünün gözlerine bakıyor bir an, anlatıcı kaldırıyor Şadiye’yi, ölüyü rahat bırakıyorlar. Üç anlatıcı var öyküde, kahramanın sesiyle serbest dolaylı anlatıcının ve dolaysız anlatıcının sesleri karışıyor, sözcükleri kimin söylediğine göre düşünmek gerekiyor bu durumda, hangi durumda bulunan hangi anlatıcının hikâyesi uç uca ekleniyor da öyküye varıyor, takip etmeli. İki arıza var: karakterler repliklerini okuyorlar, yaşamın olağan akışına zerre karışmıyorlar, bir de duyguların nesi, arkeolojisi diyesim var, karakterlerin dünyalarındaki enginliği doğrudan gösteriyor ama yine yaşadıklarıyla eklemlenmiyor pek, o derinliğe o örgü tutmuyor çoğu öyküde. Bu iki arıza kurgunun, anlatımın niteliğini düşününce arıza olmaktan çıkar, olağan akan bir yaşam yoktur bu öykülerde, ayrılıklar veya kavuşmalar iç dünyalarda bambaşka biçimlerde yankırlar, bazen yaşananın dengi bir duygunun çok ötesine erişir arayış, olaylara dönmek için çaba harcamak gerekir ki yabancılatır, karakterin tutar noktasını bulmayı zorlaştırır. Öykünün niyetine bakınca böyle bir sabitlik de aranmıyor gerçi, Şadiye’nin veya Zülfü’nün diğer anlatıcıların sesinden farklı bir sesle konuşmamalarından belli. Aynı ton öykü boyunca korunuyor, karakterleri bir insan olarak değil de diyalog ögesi olarak görünce her şey yerli yerine oturuyor, tepedeki anlatıcı için aparatlar. Sondan başa gidiyoruz, Çetin’in kurgusal taklaları bazı öykülerde göz alıcıyken bunda sıradan. “Savaş sürüyordu, ölü kokardı kan denli ağır ağıtlar. Havadaki nem gibi sinsi korku, ölüm pusuda. Kül rengi saçları okşayan eller kenetlenmiş, gözler sınırsız bir şaşkınlık girdabında. Kırık dökük bir dille söylenenleri yinelemek. Buruk bir soğukluk, küskünlük, usanmışlık ve her ne kadar uzaksa da, umutları besleyen gelecek…” (s. 7) Üsluba misal olsun, orta şiddette gerçi, bir alıntı daha vereceğim. Savaş sürer, babası Bakır’a ölmemesini söylemiştir, bu yüzden sevdiklerini geride bırakıp dağlara, yalçın zirvelere çekilir Bakır. Gitmeden önce Zülküf’le konuşurlar, Zülküf yılanla kelebeğin hikâyesini anlatır, “lanet savaş” yüzünden Bakır’ın sinirlendiğini görür falan, yük bunlar. Bakır kendisi için de savaşmalarını ister adeta, babasının hikmetine kulak verip mağaraya çekilir, savaşı reddetmenin erdemiyle mutlu olur. Karnı mutlu olmaz tabii, açlığının dördüncü gününde sürüsünden kopup dolanmaya gelen keçiyi yakalar, sütüyle bir süre beslendikten sonra eli bıçağına gider. “Yüreğinde tortulanan nefret ve intikam. Her şey hayaletsi, mutlak bir sonu muştulamayan ölümün çığırtkanlığı. İçi içine sığmıyor muydu, içi içini yiyor muydu, belli değil. Neredeyse bir sevinç, neredeyse ölümü aşan bir hüzün! Anlayabilse!” (s. 15) Öncesi sonrası bağlamı genişletecek içeriğe sahip değil, şimdi burayla ne yapacağız mesela. Keçinin ortaya çıkmasının yeni bir “tansık” olması, öff. Semih Gümüş’ün bir övgüsü alınmış arka kapağa, en az bu kadar mesnetsiz bir övgü, tabii alındığı kadarıyla. “Sözcüklerin düz anlamlarının ötesinde görünmeyen anlamlarına, suskuların gizlerine ulaşmaya çalışarak yazmak” Çetin’in niyeti mi bilmem, Gümüş’ün anladığı bu yönde, ben pek bir karşılığını bulamadım bu yorumun. Sözlerin dilsizlikten güç alması var, bıçağın ucunda parlayan ışığın tek bir tümceyi aydınlatması var, edebî ataklar yüzünden öykünün ömrü çok uzun değil ki üçüncü beşinci okumaya yer verecek kadar gizle dolsun. Karakterden çok anlatıcının karakterin zihnine inen iplerini görmek bu, Bakır’ın açlıktan kıvrandığı sırada vahiy meleğinin gelmesini beklemesiyle duvardaki işaretleri ilahî mesajlar olarak görmesini “aklın yücelişi” olarak değerlendirmesi anlatıcının karakteri yırtıp ortaya çıkmasıyla bir. Sonuçta Bakır eşyalarını topluyor, savaş yüzünden mahvolmuş şehre döndüğünde sevdiklerini etrafında buluyor, mesele savaşmak için yeterince cesur olmanın yaşamakla ilişkisi. Aşk var yanında, korkaklık, babanın vasiyetini yerine getirmek, sözcüklerin pek yanaşmadığı yaşamlar. “Bin Yapraklı Lotus”ta daha iyi bir denge tutturulmuş, Naz’la Tamer’in tutkunun hiçliğiyle -edebî atak her yerde, cepte dursun- falan ilişkilerinden doğan öykü. Kitabından bölümler okur Tamer, Bin Yapraklı Lotus, insanın o derin mahzenlerindeki karanlığın neşterle deşilmişçesine akıttığı kara irinden ölü parıltılar saçılırken Naz sorar: “Hep okur musun böyle?” Tamer yalnızlığının kalesinden bir uç beyi gibi uçarak beyliğini gösterir, Naz duyguların öyle bir etki altında kaldığında insanın delirebileceğinden bahseder, hani tutkunun acıya, acının hiçliğe, hiçliğin hükmüyle ölümsüzleşen tutkunun görkemiyle karşılaşan insanın iki lahana karşısında köklerini toprağa salıp daha bir lahanalaşması. Tamer karısı öldüğünden beri öylesi okuduğunu söyler, sonrasında karısını kendisinin öldürdüğünden bahseder, soyağacı parlak beyinlerle dolu olan kadın bir müz gibi girmiştir Tamer’in hayatına, tutkunun kurbanı olmuştur ki üçüncü bölümü de okuyunca Tamer, Naz’ın ödü kopar çünkü sıranın kendisine geldiğini bilir. Tamer atılır, Naz donup kalır, her şey tutku için. Eh.
İlk öykülerdeki müphemlik, hele “Yılankavi”de karmaşık epizotların bağlanışı tükenir, sonraki öykülerde daha açık bir anlatımla karşılaşırız. “Ölüm ve Öncesi” bir babanın erkenden gitmek için çocuklarına küçük oyunlar oynamasıyla ilgilidir, ilaçlarını saklamak gibi. Çetin’in ilk dönem öyküleri bunlar sanıyorum, takır tukur aksıyorlar, örneğin anlatıcının rüyalarını kaydetmek için hiçbir şeyi unutmama çabası öykünün başında genişçe bir yer kaplıyor, sonrasında hiç yok, rüyalar öyle kalıyor. Küçük bir kasabada yaşıyorlar, anlatıcı eczaneden veresiye alacak ilaçları alabilirse, küçük kasabanın insanlarıyla alakalı sıradanlıkları sıkıveriyor. Ney, olumlu ve olumsuz yanları var kasabada yaşamanın, insanlar birbirlerini tanıyorlar ve kolluyorlar, insanlar birbirlerini kolladıkları için darlıyorlar birbirlerini. Başka bir öyküde hava durumu vardı, İstanbul sıcak veya soğuk ama nem yüzünden insanın hissettiği şiddetleniyor da katlanamıyor havaya, böyle şeyler. Eczacı azınlık mensubu, veresiye veriyor, anlatıcı insandan ümidi kesmemek gerektiğini düşünüyor. İlaçlar ikinci kez kaybolunca olay açığa çıkıyor, ölümden az önce babanın ölmek istediğini üstü kapalı olarak söylemesi aslında bu olanlar. İyice öyküler yok mu, “Bir Ayrılık Öyküsü” öyle. Fotoğraf albümündeki tozlar, fotoğraflardaki yüzler bir ayrılığı açığa çıkarırken puslandırıyor ortalığı, zamanlar birbirine karışıyor, anlatıcı zaten hayalî sevgilisinin varlığıyla meşgul olduğu için gerçeklik biraz sapıyor yoldan, fotoğraflardan bambaşka hikâyeler çıkmaya başlıyor. Aşkın tarihi çıkıyor aslında, Doğu’dan bir hikâye şeklinde: Gök’ün kızıyla Güneş’in oğlu arasındaki aşk ortalıkta seyran ama ailelerin rızası Tanrı’nın buyruğuyla bir olduğu için fırtınalar kopuyor, yağmurlar yağıyor, antik şehrin insanları sellere kapılıp ölünce bir anlaşma yapmak istiyor oğlan, eğer sevdiğini geride bırakırsa tufan durulacak. Aşkın fedası yaşamları kurtarıyor, fotoğraflarda anısı kalıyor. İyi bir öykü bu, kitaptaki en iyi öykü diyesim var. “Bir Senaristin Kaza Sonucu Ölümü” gelir ardından, Çetin’in bu öyküde yarattığı atmosferle klişeler aşılıyor. Gazetede gördüğü ilanı veren kadına ulaşıyor anlatıcı, buluşuyorlar, birbirlerine anlattıkları hikâyelerden adamın yaşamını kadının ölen eşinin yaşamıyla eşleyebiliyoruz. İsimler aynı, meslekler aynı, yaşam seyri de aynıdır belki, tekrar bir araya geldiklerinde birbirlerini tanımayan âşıklar sohbet ediyorlar. Senarist eşi Doğu’nun köylerinde dolanırken öldürülmüş, Figen hikâyeyi anlatırken kocasının ölümünden sonra okuduğu bir senaryoda “kendi ölümüne benzeyen kayıp bir hikâye”ye rastladığını söylüyor, okuduğumuz hikâyeyse kuyruğunu ısıran yılan var önümüzde, altlı üstlü kurmaca.
Zayıflıklarına rağmen ilginç öyküler, Çetin’in diğer kitaplarına da bakacağım.
Cevap yaz