Hüseyin Akyüz – Beyaz Güvercin

Akyüz’ün küreyi iyice biçimlediği öyküler var, tümsek bombe yığdığı öyküler var, karışık. Toplumcu gerçekçi damar ortada, klasik anlatıdan sapmak yok, desenler belirgin de renk kaçık. Siyahla beyaz, başkasını aramamalı. Erendiz Atasü eş kazananıdır ödülün, öykülerindeki anlatım daha canlı, dili daha derinliklidir mesela, Akyüz’ün öyküleri bu bakımdan yoksuldur. Olay örgüsüne dayanır, karakterleri açmaz, kader gösterir. Kanıksama. Yağmur sıkça yağar öykülerde, işçiler, emekli maaşını almayı bekleyenler, alt sınıf kaçışır, başka bir anlamını görmeyiz yağışın. “Yalnızlıkta Bir Kadın”a bakıyorum, hemen yağmur başlıyor, banka kuyruğundakiler duvarlara yanaşıyorlar, daha çok bekleyecekler. Anlatıcı üç ayda bir kuyruğa giriyor, dul aylığı bağlanmış. “Çoğu, ağaç dayanağına yaslanarak ayakta durabilen bir sürü işçi emeklisinin içinde genç ve dul bir kadın oluşumu da yadırgamıyorum artık.” (s. 5) Biz bu açıklığı yadırgayabiliriz, örtü vazifesi görecek taklalar olmadığı müddetçe bu çerçeveyle sınırlıyız, anlatıcının yakınmalarından, yalnızlığı benzettiklerinden başka bir şey gelmeyecekse eyvah. Ölen eşine hitap ederek anlatıyor kadın, eşin annesi evinde bir başına oturup dikiş dikiyormuş, anlatıcının bankadan aldığı paralara uzun süre dokunamamışlar çünkü adamın ölümü kanıtlanırmış o zaman. Bankadan dönüş yolunda birilerinin çarpması, ağlayan çocuk, köşede sigara satan genç, vızır vızır otomobiller doldurmaca. “Bir mağazanın sergiliği önünde durmuş, sergiliğin içindekileri seyrediyormuş gibi yapıp, sokaktakilere bakıyordum. İnsanların yüzleri ve görünümleri ne denli yabancı olsa da, davranışlar ve bakışlarının anlamları tanıdıktı.” (s. 7) Peki. Buradan çocuksuzluğun pişmanlığına ve hastaneye bir koşu tutturmaya geliyoruz, adamın yalnızca yüzünü göstermişler, patlayan kazanın sivri parçası tam göğsüne gelmiş. O gün mutfaktaymış anlatıcı, yıllardan beri ilk kez fabrika düdüğünün ötmediğini duymuş, kaza maza diye birileri geveleyince içinde gölgeler büyümüş. İşverenin elden çıkarmadığı kazan için sendikanın grev yapmayı düşündüğünü anlatırmış adam, ne ki harekete geçmemişler. Biraz daha yalnızlık, zamanın geçip gitmesi, son.

“Bir Sonbahar Günü” emekliliğin lanetiyle ilgili. Adnan Özyalçıner’in de böyle bir öyküsü vardı, yaşlı adam emeklilik yüzünden kafayı yeme noktasına geldiğinde önünden geçtiği bir bahçeden gelen tak tuk sesini duyunca dönüp bakıyordu, o da neydi, adamın teki odun kesiyordu, o zaman bizim emekli de hemen salça olup odun kesmeli, böylece hâlâ işe yaradığını göstermeliydi. Kapkara mizah, iyiydi. Akyüz’ünkü kapkara. Erol Usta sıçrayarak uyanıyor, odasındaki sıkıntının tasviri. Sessizce çıkıyor sokağa, gürültü yapsa eşi paparayı yedirecek. Ağzındaki yalancı sigarayı cukcukluyor, bakınıyor etrafa, yine doldurmaca betimlemeler, araba gidiyormuş da başörtülü bir kadın geçiyormuş, bilmem ne. Hızla uzaklaşıyor oradan çünkü eşi çağırabilir, kör olasının sabah sabah nereye gittiğini sorabilir. “Geri çağrılmak demek, bir evin dört duvarı arasında kuşlar gibi çırpınarak boğulmaktı. Her şeyine karışır olmuştu karısı. İçtiği sudan, yediği ekmeğe kadar. Bahçeye çıkmak için bile izin alması gerekiyordu ondan.” (s. 14) Kadın deli değil sanıyorum, adamın kalbi tutuyor ara sıra, ayrıca geçmişte neler yaşandığını öğrenemediğimiz için eşin fıttırıklığını kabul edip okumaya aklı olan beri gelsin. Çocuk gibi azarlanıyor, yalnızlığın altında eziliyor, Erol acıların adamı. Kıdem tazminatıyla yapmak istediği şeyler vardı, borç harç tırtıklayınca o para da bitti. Ne yapar Erol bu durumda, mahallesindeki marangoza gider, sabahtan akşama oturup izler işçileri, süpürgeyle ortalığı birbirine katar, gücü varsa iki tahta da kendi kesmeye çalışır. Emekli kuyruğuna girince yaşadığını hisseder, yeni arkadaşlarıyla güzel zaman geçirir orada. Hızla uzaklaştığı yere dönelim, eskiden çalıştığı fabrikanın önüne gelince dayanamaz Erol, içeri giriverir. Bekçiler önünü keserler hemen, Erol birkaç tanıdığını görmeye geldiğini söyler de bütün tanıdıkları emekli olmuştur kendi gibi, postalanır oradan. Eve geldiğinde yıkıktır, sigara yakıp yatağına uzanır. Eşi gelir, Erol’un hareket etmediğini görür falan, sıkıcı.

“Uçan Balonlar” aralarında en iyisi herhalde, balonlar kurtarıyor öyküyü. Gün doğar, işçiler erkenden kalkarlar tabii, öykülerin gün doğumlarında başlaması manidar. Dört beş sahne var, öykü bu sahnelerden oluşuyor, diğerlerinden farkı. İlk sahnede Yusuf Bey’in işçileri tekmelediğini görürüz, yağmur altında kalan un çuvallarını taşımaları için gençleri sevgi dolu tepiklerle uyandırıp “Kalkın lağo!” şeklinde okşayıcı sözlerle taltif eden Yusuf belki malını kurtarır ama işçilerinin kinini kazanır. Gerçi bundan sonra ne olduğunu görmüyoruz, sahne değişiyor, baloncunun açısından görüyoruz günü. Kahvede bir çay, balonları sıkı sıkı tutan baloncu zengin mahallelerine gidip okutacak elindekileri de önce gecekondu mahallesinden geçmeli, mekânın ayrıştırıcılığına dikiz. Donsuz çocuklar takılır peşine, baloncu hızlanır, vıjt diye kayıp popo üstü oturduğunda elinden kurtulan balonlar gökyüzüne yükselirken çocuklar şendir, çocuklar mesuttur, çocuklar çamurlarda yuvarlanıp kutlarlar balonların özgürlüğünü. Sahne değiş, atölyedeyiz, ergenin teki durmadan çalışıyor ki işleri yetiştirsin, yevmiyesi artsın, kardeşini okula yollayabilsin. Şiddet görür, ses çıkarmaz, ezilir. Elini yüzünü yıkamaya gittiğinde camdan görür balonları, neşeyle dolar. Bir olayın etrafında toplanan insanlar işte.

“Cankurtaran” babasının birtakım maddi çıkarlar için evlendirmeye çalıştığı Ayşe Kız’ın başından geçen meşum olayı anlatır, olay o kadar meşumdur ki içinde iş güvenliğinin cortlaması da vardır, dallama babanın yarattığı çıkmaz da vardır, işçinin her türlü acısı vardır. Ayşe boylu boyunca yatırıldığı sedyede hastaneye yetiştirilmeye çalışılır çünkü kolunu makineye kaptırmıştır, durumun vahameti öykünün sonunda ortaya çıkacak bir taklayla yumuşatılır da kaza kazadır yani, hiç yoktandır. Ayşe daha okul çağında fabrikaya verildiğinde hayata dair hiçbir şey bilmez, işçi ablaları ona yol yordam gösterirler, çok da severler kızı dürüstlüğünden ötürü. Karşı fabrikada çalışan delikanlılardan biri mektuplar yollamaya başlar sonra, Ayşe hiçbirine cevap vermez ama çocuğu da kaçırmak istemez, peşinden yürümesine ses çıkarmaz. Babası durumu fark edince yüzünü gözünü morartasıya döver, bir de kömürcünün tekini ayarlar evlenmesi için, kışlığı çıkarmaya bakar. Eh, bunca gerilime, uykusuzluğa dayanamaz Ayşe, makine başında sızıverir, kaptırır kolu. Bu zorla verilme, babadan şiddet görme olayı “Beyaz Güvercin”de sürer, küçük çocuğumuz Enver’in yaralı güvercini iyileştirmeye çalışırken şahit olduğu baba teröründen kurtulmaya çalışır. Hoş bir öyküdür bu, yine kurudur ama biçimi dikkat çekicidir. Kuşun uçtuğunu görürüz önce, güvercin oradan oraya pır pır dolanırken sapanın hedefinde olduğunu bilmez, nereden bilecek, kuş o. Çocuğun teki kanadından yaralar güvercini, elinden kaçırdığına yandığı sırada kuş biraz daha uçar, sonra Enver’in gözü önünde yere çakılır. Nedir, Enver’in ablasının beklediği çocuk Almanya’dan bir türlü dönmez, baba kızını evlendirmeye çalışır, başarılı olur ama kızın yüzü gözü kan içinde geldiği gece damadından bir yol olmayacağını anlar, yine de onca yalvarmaya dayanamayıp geri yollar kızı. Enver dayak yer, kız dayak yer, aile faciası. En sonunda uçar kuş, birkaç kez yere çakıldıktan sonra nihayet uçabilecek kadar iyileşmiştir. Baba şöyle iyice bir düşünür o sıra, ne hayvanlık etmiştir ailesine, artık doğru düzgün biri olmanın vakti gelmiştir. Kızından, Enver’den özür diler, en büyük özrü eşinden diler ve o günden sonra süper bir aile olurlar. Şaka, adam yine sığırdır ama Enver mutlu olur birazcık, tabii kuşun uçup gitmesinden ötürü üzülür ama kuştur o, Enver de ne bekliyorsa.

Orta karardan bir çimbik altta öyküler. Asgari öyküler diyebiliriz.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!