Kitap on yaşına girecek, Hakan Yılmaz otuzuna basacak ama ses seda yok, başka bir şey yazdıysa bile yayımlamamış Yılmaz, oysa bu kitaptaki öyküleri ne öyküler! “Mor Resmin Sabahı” misal, hayallerde dikilip sulanmayan çiçeklerin ölümünden dünyanın yarım kalmış işlerine ve çoktan ölmüş fiillerine bağ, anlatıcı bağlamayı çekip kendi eylemlerine dönüyor hemen, uyuyamadığı bir gece mor keçeli kalemini alıp kapalı televizyonunun karşısına geçiyor, izleyeni yok bir televizyonu kendisi de izlemiyor, ekranın arkasındaki duvarın dibine resim çizecek. Kalemin kapağını açmak “lak”, duvara sürtmek “şşşş”. Renk, ses, vizörün sade kendi eylemlerini göstermesi, engin bir çağrışım alanı. Ev, baca, duman çizildi, görüntüye hemen bir ses: “Evin içi yanıyor.” Dışına elma ağacı, top oynayan çocuklardan biri diğerine tekme atıyor, dere ve HES ama dere kurumuş, aradan dereden böyle ince eleştiriler. Yanakları dolgun iki kadının tutturup alışverişe gitmek istemeleri falso, ondan sonra gelen erkeklerin yumruk ve kafa atmaları kalın eleştiri. “Her gün beş kadın ölüyor bu resimde, her gün yaşam enerjisi dediğimiz şey ölüm katılığı oluveriyor.” (s. 10) Resimden değil bu kez, kornalar ve egjoslar duvarda kaldığından o kadar belirgin değil, zaten karanlık, duyulan annenin ayak sesleri. Anne tuvalete gidiyor, anlatıcı çizdiği ağacın arkasına saklansa şaşılmaz. Annenin neden kalktığına dair küçücük bir hikâye, küçükken altına yaptığı için anneanne gecenin bir yarısı kaldırırmış kızını, bu. Esas hikâyenin nereye sapacağını bilemiyoruz, anlatıcının keyfi o kadar yönlendirici ve üslubu o kadar akışkan ki vardığı yer kabulümüz. Görülmek istemiyor, bir sürü soruyla mücadele etmektense çizmeye devam etmek istiyor. Hoş bir oyun var burada, “#demesinler” etiketi her sorunun ardına konmuş. Anlatıcı kızın gecenin o saatinde ayakta ne yaptığı, duvarı neden kirlettiği, bir oğlandan hoşlandığı da gizli gizli telefonla mı konuştuğu, toplumsal baskının en küçük topluluk biriminde bireyi kafese sokması, “#”. Anne yatağına dönerken duvardaki resimlere bakmak için duruyor bir, bant lekelerini temizlemek için uğraşması ve babanın duvarı tekrar boyaması hatırdan hikâyeye. “Bir resim çizersem evden uzaklaşırım gibi gelmişti, yine eve döndüm o gece. Ne de olsa sabah güneş doğuyor, bakıyorsun ki her şey eskisi gibi!” (s. 12) Kız kaçamağında bile idealini temsilleştiremiyor, toplumun bütün çarpıklığı temiz duvarda leke. Bir ağaç her şeyden uzak, o da kesik olsaydı kör göze parmaktı, çocuk o kadar kirlenmemiş olabilir mi? Kitabın arka kapağında “çocuklarda yakalayabileceğimiz ayrıntı zenginliği” deniyor, bu duyarlılığın en yoğun hali bu öyküde demek diğerlerine haksızlık belki, olsun.
“Baba, Vamos Bien!” için söylenecek şeyi yıllar önce düşündüm de söylemesi şimdiye. Anlatıcı hayatının en sıcak ve bunaltıcı otobüs yolculuğunu yapıyor, arkadaşının babası ölmüş de cenazesi kalkacak. Teselli laflarını düşünüyor bir yandan, ne söylenir. Bir şey diyememiştim ben, diyecek bir şey yoktu, arkadaşımın acısını bulunmakla, yakınlıkla paylaşabilirdim, ihtimal. Bu öyküyü kendi hikâyemle bir tutasıya balkona çıktım, çıkmadan bir sigara sardım, sarmadan o günü hatırladım. Öykü okunurken vurmuş beni de sonradan fark etmişim gibi bir sigara sarmak, öncesinde o gün. Öyküde İbrahim amcayı tanımak dışında avludaki herkesin tek ortak yanı ölecek yaşta olmaları, bir de arkadaşımın babasıyla ölümde buluşmaları. Öyküde herkes kendi derdine daldığı için senkronu kayan cenaze namazı, Karacaahmet’te namaz kılmayı bilmeyen bizlerin, arkadaşımın arkadaşlarının, lisede aynı sıralarda oturduklarımın sağdan soldan kopya çekmeleri, yakalarda bir kurdele. Telefon sesini hatırlamıyorum, öyküde imam rahatsızlığını dile getiriyor, anlatıcının arkadaşı Ömer’e fikri veren bu herhalde, mezarın başında telefon ediyor birine, cevap yok. Arkadaşım babasının mezarı başında, benim kafada babaya ayrılan kısım bomboş ama kaybı hissetmekten ellerim titriyor. Bir yerde okudum da nerede, anneye ve belki babaya göre çocuk başıboş dolanan bir kalp, zarar görmemesi için yapılacaklar sınırlı, o an arkadaşıma böylesi bir gözle bakıyorum. Anlatıcı nasıl bakıyor bilmiyoruz, sadece aktarıyor, kuru aktarım bir savunma mekanizmasıysa hissizleşme. Arkadaşımı en yakın zamanda görmeliyim, yarına kalmasını istediğim üç beş kişiden biri. Bu öykü de kalmalı, unutmam.
Bazı hikâyeler birbirine bağlı, bazıları bağsız. İbrahim Tahsin’in Yaprak’a evlenme teklif ettiği öykünün ardından Yaprak’ın annesiyle ilgili başka bir öykü geliyor, “Tekdüze Yapraklar”ın önceki iki öyküde yer alan Yaprak’la bir ilgisi yok. Anlatıcı oturuyor, Kurtuluş Parkı, İsmail Saymaz’ın bir kitabını okuyup polis şiddetinin ne kadar da polisçe ve şeddat olduğunu okuyor, görüyor hem de, hemen yanında dikizlenecek bir otobüs dolusu polis var. Oturduğu masaya tanımadığı biri çöküveriyor hemen, boş yer olmayınca kitap okumak için rahatsız etmesi gerekmiş. Dostoyevski okumaya başlamadan önce ev arkadaşının her eyleme gittiğini söylüyor çöken, boyalı su yüzünden bütün kıyafetleri rengarenk yer bezlerine dönüşürmüş, bu yüzden tertemizmiş evleri. Diğer tarafta da evlendirme dairesi var, birileri evleniyor. Çökenin adı İrem, anlatıcı kızın adının ne olduğunu bilmeden birkaç isim sayıyor, o isimlerden biri anlatıcının ismi olabilir ki bu kısmın Varsayalım İsmail’in tiradından esinli olduğunu söyleyebilirim. Neyse, İrem’in ev arkadaşı ayrılmış, yerine biri lazım. Anlatıcı olabilir diye düşünüyor ama olamaz çünkü İrem çok konuşuyor ve bu hikâye oraya varmayacak, Yılmaz daha çok olamayanların anlatıcısı. Birileri evleniyordu, kadın Yaprak’mış, İrem’in eski ev arkadaşı. Nikaha gelip gelmediği belli değil, anlatıcıdan eve gelmese de kirayı vermesini istiyor, o da yeterli. Saçmaya doğru gitmeye başlarken bitiveriyor öykü, ani bir son, olmaz gibi ama olmuş, öykünün yapısıyla uyumlu.
“Özleyen Gönüller Genç Kalır” son ve en uzun öykü. Anlatıcı çocuk, her anlamda oradan oraya zıplaması makul. Sarı taksi okulun kapısında durunca anlatıcı biniyor hemen, Sefa ağabeyin işi düşmüş. Matematikçi Asuman’a âşık Sefa, çocuğu kadının peşine takmış, her şeyi öğrenmek istiyor. Sosisli yemiş kadın o gün, kayda değer bir şey söylememiş, dersi yarınmış. Ahmet diyelim çocuğa, havasından geçilmiyor çünkü mahalleye taksiyle geliyor, oyunu ister istemez sürdürecek. Annesinin getirdiği kitapları okumak, Sefa’yla uğraşmak yaşamının en renkli yönleri. Adamın nişanlı olduğunu öğrenince çıkışası var, delikanlı adama yakışıp yakışmadığını söylemiyor da içinden geçiriyor. Nişanlısından ayrıldığını söylüyor sonra Sefa, yalan mıdır? İsteği var bir de, matematik sınavında bütün sınıf sınav kâğıtlarına kalp çizecek, olacak iş Sefa’ya göre. Ahmet’in annesiyle babasına göre Sefa serserinin teki, çocuk o adamdan uzak durmalı ama dinleyen kim. Sınavdan önceki gece Ahmet çalışmaya niyetleniyor ama komşu çiftin münasebet sesleri dikkatini dağıtıyor, sabah erken kalkıp çalışmak için erkenden yatıyor. Kalkamıyor, doğruca sınava. Kalp çizmelerini söylemiyor sınıftakilere, zaten kimse umursamayacak. Sınavdan sonra Sefa’ya durumu anlatıyor, adamın yıkıldığını görünce içinde bir merhamet. Kadının tayini çıkmadan öğretmenler odasına girip konuşmaya karar veriyor, nokta. Matrak bir öykü, tam çocuk dünyası. Kahraman gibi görülen mahalle abisi, âşık olunacak bir öğretmen, sınıftaki kızlarla çekişmeli ilişkiler, ailenin yetişkinlik rolü. Şahane.
Hakan Yılmaz’ın başka öykülerini de okumak isterdim, yazıyor mu acaba?
Cevap yaz