Pettman eleştirel-teorik bir perspektife sahip olduğunu, düşünsel gözlemlerini bu perspektif üzerine kurduğunu söylüyor, diğer yandan dikkat dağıtma amaçlı bir sürü önemsiz bilgi kırıntısını paylaştığına dair eleştirileri kabul ettiğini belirtiyor, sosyal medyanın yapısı bu. Pek de önemsiz değil araya sıkıştırdığı şeyler, Lacan’ın televizyona dair görüşleri irdelenirken araya televizyonla kurulan kişisel ilişkilerin sokulması teoriyi açımlayan bir pratik olarak görülebilir. Dikkatin dağılması düşünmemeye yol açıyor, Pascal’dan ve Adorno’dan alıntılar yaparak sınırlı ve sınırsızmış gibi görünen sosyal medyanın düşünmeyen, daha doğrusu düşüncenin yan yollarına bir anlamda zorla sokulan insanın durumunu anlatıyor Pettman, sosyal medya eleştirisini bu dikkat dağınıklığı üzerine kuruyor. İbrahim Gökçek için üzüntüsünü belirttikten hemen sonra kedi videosu paylaşan bir sosyal medya kullanıcısının bu tür bir dağınıklıktan mustarip olduğu söylenebilir, dijital ortamda bir tür yanılsamanın tutsağı haline gelen birey aslında elle tutulur bir eylemde bulunmuyor. Yaptığı şey değersiz olmasa da etkisiz, son zamanlarda sivil toplum kuruluşlarının ve bireylerin devlet terörüne karşı seslerini yükseltmemelerine dair eleştirileri bu bağlamda değerlendirebiliriz. Yanılsamanın tarihini uzak geçmişten başlatabiliriz ama önemli olan bugünkü inşa, insanın inşası. Meta-verilerden ibaretleştirilen internet kullanıcısı “rengârenk bir bataklığın” -Redd’den çarptım” tam ortasında Deleuze’ün “bölünmüşlük” dediği şeye dönüşüyor Pettman’a göre, modüler bir ontolojik alt-özne olarak biçimlendiriliyor, Anders’in ve sonrasında Baudrillard’ın teorikleştirdiği simülasyonlarda gösteri toplumuna kusursuz bir biçimde uyarak. Tepkiler bu düzlemde değersizleşiyor bir yandan, narsisistik ihtiyaçların giderilmesi için aslında gerçekten hissedilmeyen duygular paylaşılıyor, medya doğrudan örtbas etmese de gerçekliği olabildiğince çarpıtılabiliyor. Baudrillard’a göre paranoyak veya melankolik değil, düpedüz şizofren bir özne ortaya çıkıyor böylece, özne kendi varlığının sınırlarını üretemiyor, çünkü sınır kavramı giderek silikleşiyor. Akışkanlık artıyor, birey çorbasında “katı olan her şey buharlaşıyor”. Pazarlama makinelerinin enstrümanları durmadan çalışıyor bir yandan, bireyin dijital dünyada bıraktığı her iz toplanıyor, nelere ilgi duyduğu, nelerden hoşlandığı yönünde yeterli miktardaki veri, tüketime dair yönelimlerimizi değiştirebilecek görünmez itkiler olarak karşımıza çıkabiliyor. Yakın tarihte seçimler ve sosyal medya ilişkisi meşhur davalara yol açmıştı, milyonlarca insanın politik görüşleri kolayca oynanabilir halde. Yine de sosyal medyada vakit geçirmeyi seviyoruz tabii, dikkat dağınıklığının etkisinde kalmamak bir nebze mümkün. Aslında gerçek yaşamın pratiklerini sosyal medyada olabildiğince canlandırabilirsek tehlike azalıyor gibi geliyor bana, Gökçek’e küfreden, kızan, üzülen insanlar bir şekilde karşımıza çıkıyorsa çıksın, gündelik yaşamda her türden insanla karşılaşıyorsak sosyal medyada da “karşılaşabilmeliyiz”. Tabii meselenin sadece bir boyutu bu, Pettman sinemanın ilk zamanlarında düşünürlerin sinema ve gerçeklik hakkındaki fikirlerini dijital medyaya uyarlayınca diğer problemler daha görünür hale geliyor. Sinema salonları demokratik bir ortam yaratırmış gibi görünüyordu, bunun yanında mekânın ve sinemanın “yarattığı” hakikat türü uyuşturucu bir niteliğe sahip Benjamin’e göre, tehlike bu tür gerçeklikten doğuyor. Bu yanılsama türünün ilk örneklerini mimaride buluyor Benjamin, sosyal medya için iyi bir model.
Dikkat dağınıklığı fizyolojik bir olgu, insana gerçeği imleyerek bireyin kitle içindeki durumunu, yaşama dair farkındalığını aydınlatabilir, ne ki “göz ucuyla yakalanan gerçekliği” hemen yok edebilir, böylece kör topluluğa dönmeyi sağlayabilir. Sürekli tekrarlanan bir süreç, milyonlarca dikkat anının ansızın belirip kaybolmasından ibaret. Milyonlarca bireyin dijital ortamdaki makineleşme olayına Bernard Stiegler “hipersenkronizasyon” demiş, dağınıklık kapsamındaki benzer tepkiler birlik oluşturmuyor, milyonlarca parçanın sesleri birbirine eklemlenemediği için aynı şeyi söyleyen sayısız insan gürültü kirliliğinden başka bir şey yaratmıyor denebilir. Pettman “hipermodülasyon” diyor buna, aynı şekilde hissettiğini düşünen insanlar hiçbir şekilde aynı şeyi hissetmiyor, dağınıklık yüzünden. “Böylelikle gerçek toplumsal değişimin asıl itici gücünü oluşturan o bulutsu infial duygusu, enerji şirketlerinin akımda oluşabilecek tehlikeli dalgalanmaları önlemek için elektriği ülke çapında dengelemesine benzer biçimde, ağ üzerinde güvenle yeniden yönlendirebilir.” (s. 33) Bauman’ın “akışkanlık” temasıyla kurduğu ilişki türü sosyal medyada kusursuzlaşıyor, ironik bir durum olarak sosyal medyanın anti-sosyallik damarından bahsedebiliriz. Kişilerin dahil olmadığı bir sosyallik -kişilik sınırlarının silikleşmesini hatırlayalım- simüle edilmiş halde bulunuyor, yalnızlık hissiyle sosyalleşiyoruz böylece, biz de simülasyonun bir parçasıyız. Müthiş benzetiyor Pettman, “aynı anda dört milyar kişinin çektiği bir kitlesel-selfie”. “Görünüyorum, o halde varım” mantığı estetize edilmiş bir sanal mevcudiyet yaratıyor, Ellis bunu, “ne kadar iyi görünürsen o kadar iyi görürsün” şeklinde kısaltmıştı. Bir üretim biçimi olarak sanal kişilik, yaratıcılık kıtlığı çeken insanın biricik oyun alanı haline geliyor. “Tuşlara basan ve bir şeyler beceren kusursuz birer Mozartmışız gibi gelse de, devasa bir org misali çalınan aslında bizleriz.” (s. 38) Herkesle aynı şeyi yaratmak, aynı tepkileri vermek üretim bandında aynı mekanik hareketleri yapan işçilerden ziyade deli halayını andırıyor, dışarıdan uyumlu gibi gözüken ama hiçbir zaman aynı çizgide ilerlemeyen noktalar. Agamben’in “aygıt” olgusuna göre son derece kullanışlıyız, bu dağınıklıkta yönlendirilmeye her zaman hazırız, atılan her yemi kapabiliriz, zira son derece uysal ve korkağız. Bunun yanında senkronizasyonu bizzat istiyoruz, kalabalığın bir parçası olmamız gerekiyor, yaşadığımızı kanıtlamazsak yok olacakmışız gibi. Roma İmparatorluğu zamanındaki duvar yazıları Facebook durum güncellemelerine ya da bazı tweet’lere benziyor Pettman’a göre, insanlar duvarlara kim tarafından hamile bırakıldıklarını yazmışlar, günümüzde de herhangi bir konu hakkında benzer şeyler yazılıyor. Hatta son zamanlarda evde ekmek yapanların ataları bundan 2.000 yıl önce aynı şeyi yazmışlar: “19 Nisan, ekmek yaptım.” (s. 47) Fotoğraf teknolojisine sahip olsalardı yazının altına fotoğrafı da yapıştırırlardı elbet. İleride ekmeğin kokusunu da paylaşabileceğimiz teknolojiler belirdikçe işin nereye kadar gideceğini göreceğiz. İdeal paylaşımcılarımızı bulup kısıtlı bir çevrede sosyalleşmeyi sürdüreceğiz, bu döngünün dışına çıkmak isteyenler için askerliğin her tipten insanı barındırmasından ötürü duyulan yabancılaşmayı canlandıracak benzer uygulamalar bile ortaya çıkabilir, bizimle zıt görüşlere sahip insanlarla etkileşime geçmenin zorunlu olduğu bir ortam düşünün, deneyim simüle edilecek ve orada olmamamıza rağmen birlikte yaşama deneyimi yanılsaması oluşacak. Bir açıdan faydalı olabilir ama uygulamanın sınırları kadar var olacağız, kendimizi çoktan sınırlandırmış olacağımız için gerçekliğin kopyasından tatmin olacağız.
Agamben cep telefonlarından nefret ediyor ve bütün telefonları bir anda ortadan kaldırmak istiyor, Pettman bu radikal çözümden uzak durarak kendi çözümünü sunuyor en sonda, kolayca uyuşturulmaya razı gelmeyip senkron kaymasının farkında olarak bilincini koruyacak bireylerin kendilerine ve gerçekliğe uygun zihinsel durumlar yaratabileceklerini düşünüyor. Dijital gerçeklik varlığın ta kendisiyse, bu tür bir algıdan kurtuluş yoksa orada ve burada var olabiliriz, yaratıcılık açlığını verimsiz biçimde kapatmaya yarayan TikTok gibi uygulamaların yerine doğallığa daha açık uygulamalar ortaya çıkabilir mesela, ne bileyim. E-posta kullanarak ağaçları kurtardığımızı düşünsek de ağlar için gereken enerji için yapılan çevre katliamını düşünmediğimizi hatırlatıyor Pettman, görünür olmayan hasarı dikkat dağınıklığını dönüştürerek görebiliriz. Bir şeyleri değiştirir mi bu, onu da göreceğiz.
Cevap yaz